Sayfalar

17 Mayıs 2015 Sayın Mardin Valisi Ömer Faruk KOÇAK Sadettin Noyan Müzeler Yaşamları Değiştirebilir Etkinliklerinde 



Müze Müdür Nihat ERDOĞAN Sadettin Noyan'a Ödül Plaketi Verilirken.


Anı

ANI (HATIRA) İnsanların birbirine duydukları sempati ve antisempatiler, hayatları boyunca yaptıkları eylemleridir. İnsanoğlu hiçbir zaman sebepsiz yere anılmaz. Unutmayın ki, hayatta bırakacağınız en büyük servet; yaşamınız boyunca toplumsal duyarlığınızla yaptığınız faaliyetlerdir. Eğer bir kişi hayatta olumlu işler yaparsa, o insan öldüğünde de iyi bir şekilde anılır. Yani kalıcı olan, o kişinin hayata bıraktığı eserleridir. Tıpkı aklıma geldikçe ismini rahmetle andığım İşadamı Ahmet TEK gibi… Davranışları gibi kendi de çağdaş ve erdemli bir şahsiyetti Ahmet TEK. Çok araştırıp çok okuyan, dini konularda ve pozitif bilimlerde söz sahibi bir işadamıydı. İyi huylu, dindar bir kişiydi. Görgülü, adab-ı muaşereti iyi bilirdi. Yaşadığı yıllarda iş ortaklığımızın da bulunduğu Ahmet Amca, “insan için devlet” ilkesini benimserdi. Kanuna aykırı hiçbir ihaleye girmezdi, o yüzden rakipleri onu hep soyutlarlardı. İhalede fesat kullanmak isteyen meslektaşları tarafından istenmeyen adam ilan edilirdi. Ahmet Amca ise, kanuna aykırı hareket eden bu şebekelere hep karşı çıkardı. Ahmet Amca bir gün, ihaleye giren bir kişi tarafından, ihaleye girmesinin engellenmesi amacıyla bir odaya hapsedildi. Rakipleri ve meslekdaşları bu ihalede uzlaşmayacağını bildiklerinden, Müteahhit Ahmet Amca’yı, ihale bitince özgürlüğüne kavuşturmuşlardı. Ahmet Amca, fanatik bir CHP’liydi. Ofisimizde her gün Cumhuriyet Gazetesi’ni okurdu. Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğinde yapılan Kurtuluş Savaşı’ndan her zaman övgüyle bahseder, Atatürk’ün getirdiği, başta hukuk sistemi olmak üzere, yeniliklerin gerekliliğine yürekten inanırdı. 22 ayar altın altı ok rozet ve yüzüğü vardı. DP. Döneminde altı ay hapis yattı. İş adamı olma hesabıyla aile şirketimizle beraber çok işlerden mahrum kaldı. İlkokul mezunuydu, fakat kendini iyi yetiştirmişti. Kendisi ile evlenmeden önce gazinolarda çalışan eşine güzel bir hayat sundu. Yaşlandığında ise noter huzurunda evi ve servetini vakıf kuruluşlara hibe etti… Nur içinde yat Ahmet Amca… Mekanın cennet olsun…


ARTUKLU BAŞKENTİ MARDİN”DEN

“ARTUKLU BAŞKENTİ MARDİN”DEN… Batı illerinde makinalı sanayinin doğması (KOBİ’ler), Mardin’li iş adamlarının bu sanayiye ayak uyduramayışı ve yaşanan göçlere ilaveten, Mardin’in yeni yerleşim birimlerinin merkezden uzaklaşarak aşağı bölgelere kayması ile, turizm potansiyelinin getirdiği cüz’i iş imkanları haricinde iş bulamayan Eski Mardin’de yaşayan 17-26 yaş grubu içerisindeki işsizlik oranın, yaklaşık yüzde 50’yi bulduğu gözlenmektedir. Mardin’de kimilerinin kaybedilmiş çocuklar diye baktığı, işsizliğin getirdiği psikolojik baskı ile kendilerine sunulan yaşamdan lezzet alamayan, yerleşik toplumsal ilerleme göremeyen ve bu ilişkilere tepki duyan binlerce genç… Ama yine de “Hayat, Geceleri Güzeldir Yıldızlara Yakın Şehir Mardin’de” diyen bu gençler, farklı kültürlerden olduklarını bilmekte ve kimliklerini kaybetmemekteler. Bu kimlikler, geceleri farklı mekanlarda hayat bulmaktadır. Zira her grubun kendi stili ve takıldığı bir yer var Mardin’de. Kudüs’le birlikte Dünya mirasına aday olan Mardin, geceleri (leyle) rengârenk… Arap müziğiyle, kentin tarihi ile sosyolojinin kesiştiği bir yer… Farklılıkların zenginlik olarak algılandığı, acı ve mutlulukların kardeşçe duygularla paylaşıldığı bir yer… Yaz aylarında havaların çok sıcak olduğu Mardin’de halk, eskiden, sabah erken kalkar, öğlene kadar çalışır, öğleden sonra da evlerinde uyur istirahat ederdi. O yıllarda bu manzara, tuhafıma giderdi. Neden gündüz çalışmaları gerekirken uyuduklarını düşünür, onları içten içe yadırgardım. Sonra bir gün, Araplar’daki bu geleneğin Yunan halkında da olduğunu, sıcaktan dolayı öğleden sonra evlerinde uyuduklarını ve gece de eğlendiklerini öğrendim. “Mardin’de Hayat Geceleri Güzeldir”... Beyrut, Halep, Şam Kentleri’nde olduğu gibi güzeldir... Tüm kültürlerin yeşerdiği Mardin, gençlerin umutsuzluğuna rağmen, yeni dönüşümlere gebe bir geçiş kentidir. Kimi zaman hiçliği yaşayan, kimi zaman da var olma savaşı verirken “Dünya’nın tümüyle anlamsız olduğunu” kabul eden bu gençlerin bazıları kırmızımsı (Hammori), yani kızıl saçlara sahiptir. Araştırıldığında, Avrupa menşeli olduklarına dair duyumlar aldığımız gençler, benim de dikkatlerimi çekmekteydiler. Kızıl saçlı olan bu insanların, önceleri Asur halkından olduklarını sanıyordum. Sonra, Avrupa’dan Mardin’e gelen bir antropolog tarafından Mardin ve Midyat’ta yaşayan kızıl saçlıların araştırıldığını ve aslında bu kişilerin Avrupa kökenli olduklarını duydum. Bu kişiler, diğer yöre halkıyla tip ve fizyonomi bakımından da farklıdırlar. Mardin’de, genellikle Yakubilerden olan kızıl saçlılar ile İngiltere’ye bağlı İskoçya, Galler’de bulunan kızıl saçlılar arasındaki çarpıcı paralelliklere ilişkin kanıtların artması, bu olayın, aşırı Anglo – Saksonların modeli içinde kalarak ele alınmasına sebep olmuştur. Bugün ‘Amerikan Traşı’ diye tabir edilen saç kesim stili, esasen, çok öncesinden beri Ortaköy- Hırrin’liler tarafından icra edilen bu traş modelidir. Mardin’liler, Hırrin’li köy halkının, asırlar önce, erkeklerin kafalarına tas koyarak etrafının traş edilmesi suretiyle oluşturdukları bu saç stilini, Mezopotamya’nın derinliklerinden günümüze taşımışlardır. İşte bu traş stilli saçlarla, geceleri farklı farklı teras mekanlarında, Binbir Gece Masalları’nda olduğu gibi eğlenen, farklı milliyetlerden oluşan gençler, Mardin gecelerine, doğu ile batı müziğinin sentezlendiği, yıllar önce hayal bile edemeyeceğimiz, yerli halktan oluşan senfoni orkestraları eşliğinde “Yola Çıktım Mardin’e”, “Sabiha” gibi mahalli türkülerle eşlik etmektedirler. Bağdadi, Erdoba konakları ve özellikle teras manzaraları ile de ünlü diğer eğlence mekanlarında ağırlanan turist gençler de bu atmosfere ayrıca renk katmaktadırlar. Bilim kurgunun “Kahramanlık Fantezisi”ne inandığı Mardin’de, Orta Çağ dönemine yakın bir kültürün yaşandığı bir yapı hakimdir. Dünya’da silah zoruyla fethedilemeyen tek kale olan Mardin Kalesi, bu özelliği ile ciddi bir ayrıcalığa sahiptir. . Eskiden beri, kılıçlar, mızraklar ve oklar temel silahlardır, fakat çok yaygın olarak görülmese de “büyü” de bir silah gibi kullanılmıştır. Mardin’de, sürekli olmasa da, fantastik yaratıklar da karşımıza çıkabilir.
   Tarihe ve Bilime Yön Verenler:
Derleyen Sadettin Noyan
        
                        UYGARLIKLARIMIZIN YÜKSELİŞİ VE DÜŞÜŞÜ


İslam uygarlığı ve Aydınlanma: Antikçağ’ın kapanışının ve Roma’nın dağılışından sonra yükselişe geçen feodal devletler içinde en hızlı ve en etkin gelişme gösteren devlet, H.z Muhammed’in önderliğinde ve İslam bayrağı altın da kurulan İslam İmparatorluğuydu. İslam Devleti, sadece Arap Yarımadası’ndaki Arap kavimlerini birleştirmekle kalmadı, aynı zamanda kısa bir süre içinde Hindistan’dan Cebelitarık Boğazı’na kadar uzanan geniş bir coğrafyada, İslam dinin bayrağı altında büyük bir uygarlık da kurdu.
Prof. Dr. Server Tanilli’ye göre İslam’ın Altın Çağı olarak nitelendirdiği döneme ilişkin övgüler, Müslümanların göğsünü kabartacak niteliktedir:
(…) İslam, VIII. yy’.dan başlayarak yükselişe geçer; XII. yy’.da doruğundadır. XIII. yy’.dan başlayarak bir geri çekiliş içindedir. Aslında XIII.yy’.da liderliği yitirmiştir; en korkunç kaybı XVIII. yy’.dadır. Der, 7. ve 8.yüzyıllarda İran’dan İspanya’ya kadar uzanan çok geniş İslam fetihleri sırasında Müslümanlara güçlü bir akılcılık ve eşitlik ruhuna erişti.
      Me’mun edebi ilimlerde derin bir bilgiye sahip iken, sonradan felsefeye daldı. Bu bilimlerde de çok kuvvetli bir yer tuttu. Fakat akli ilimler böyle ilerledikçe Mutezile mezhebi de evvelkinden daha çok yayılmaya başladı. Mutezile mezhebine göre; “Kul, kendi yaptığı işi yaratır. Kuran ise mahluktur” derler.
     O günün kültürel iklimini anlamak bakımından aktarılan aşağıdaki örnek çok önemlidir.
     Akıl, birey, insan iradesi ve ölüm düşüncesi ekseninde oluşan bu felsefenin kökeni, İskenderiyeli  filozof Plotin’e kadar gitmekteydi. Bu düşünce, bir yandan bireyin sınırsız ahlaksal sorumluluğunu vurguluyor, yani özden yoksun dinsel ritüellerin yüzeyselliğini eleştiriyor, diğer yandan da “evrenin bilimsel akılla keşfedebileceğini” öne sürüyordu.
     Bu çerçevede Mutezile, hem “evrenin sonsuz” olduğunu hem de “Kuran’ın da yaratıldığını ve mutlak olmadığını” ileri sürüyordu. Mutezileye göre “özgür olamayan insan etkinliği haramdı”. Tanrının yüceliği doğanın her alanında keşfedilmeliydi, bu nedenle de bilimsel etkinlikten korkulmamalıydı”.
        “Bağımsızlaşan” anlamına gelen Mutezile 10. ve 11. yüzyılda  çok sayıda bilim adamını ve filozofu etkisi altına almıştı. Ebul’l-Huzeyl, İbrahim Nazzam , Hayat, Cahiz, Ebu’l Maari, Fahreddin Razi, Seyid Şerif Cürcani, Sadüddin Taftazani, İbin Sina ve Nasirüddin Tusi, bunların sadece birkaçıdır. Daha sonra bu akım Endülüs’te İbin Bacce ve İbn Rüşd üzerinden Batı’yı da etkisi altına alacaktı. Batı’nın 12. ve 13. yüzyıllarında yaşayan R. Bacon, Thomas Aquin gibi ünlü ilahiyatçı ve bilim adamlarını en çok etkileyen de bu İslam akım olmuştu.
     Mutezile mezhebine olan el-Me’mun, büyük Arap devriminde, ikinci bir devrim gerçekleştirerek 827 yılında Mutezile mezhebinin  devlet dini haline getirmişti. Kimi tarihçilere göre bu adımla el-Me’mun, çeşitli mezheplere bölünmüş olan Müslümanları ortak çatı altında birleştirmeyi amaçlıyordu.
 Farklılıklara ve kültür mirasına Saygı Prof. Dr. İlber Ortaylı şöyle der; Endülüs İspanyası’nı “beşeriyet tarihinin en büyük gelişme gösterdiği zaman ve mekanlardan biri olarak niteleyip, evrensel kültür mirasına saygılı davranmanın önemini şöyle ima ediyor “…üstelik üç dinin mensuplarının bu derecede verimli bir biçimde kaynaştığını başka bir dönem ve yer Dünya’da görülmez. Bununla birlikte Doğu-Batı arasındaki bağnazlığın da örtülü olarak en çok yaşadığı bölgedir. Kurtuba mescidinin bugünkü hali bunun bir göstergesidir. Rönesans’ı gerçekleştirdik. Sonra atomu parçaladık. Yakılan kitapların hepsi elimizde olsaydı, şimdi galaksiler arasında geziyorduk” demiş.   
  

Elhamra Sarayından detaylar          
Arap Mimarisinde Elhamra’daki birbiriyle bağlantılı sayısız oda ve salon, bezemeleriyle müthiş hayranlık uyandırıyor.



       
    O dönem insanın bir yandan kendini tanımlarken oluşturduğu, öte yandan yaşadığı toplumda üstlendiği rolleri ile tanımlanırken farkına varmadan kazandığı algılama biçimleri, kuşkusuz bizim bugünkü dünya ve sistem içinde kendimize dair algılamalarımızdan farklıydı.
     Ancak bu sözlerimizden saf materyalist düşüncenin o dönemde hiç olmadığı gibi yanlış bir kanıya varılmamalıdır. Dönemin bütün büyük kentlerini süsleyen dehrileri (materyalistleri). Kendilerine biraz saygı biraz korku duyulan marjinal tipler olarak karşımıza çıkmaktadır. Dehriler ve aykırılar siyasi sistemi rahatsız etmediği sürece saraylarda bile ağırlanır; matematik, tıp ve mimari alanlarında onların ürettiği bilimden istifade edilirdi.

     O günün kültürel iklimini anlamak bakımından aktarılan aşağıdaki örnek çok daha belirgindir. Endülüs İspanyası’ndan Bağdat’a giden bir din adamı orada yaşadıklarını, yakınlarına şöyle anlatmaktadır:
     “İki kez toplantılara katıldım, ama üçüncüsüne gitmeye çekindim. Neden derseniz? Düşünün bir kez, ilk toplantıda koyu (Ortodoks) Müslümanların ve ana ilkelerden farklı düşünen (Heteredoks) Müslümanların yanı sıra, ateşe tapanlar, materyalistler, ateistler, Yahudi ve Hıristiyanlar, kısacası, her çeşit dinsiz vardı.
    Her mezhebin özgün görüşlerini savunan bir konuşmacısını bulunuyordu ve bunlardan birinin önderi, kapıdan içeriye girdiğinde herkes saygıyla ayağa kalkıyor ve mezhebin başı, yerine oturmadan kimse yerinden kımıldamıyordu. Salon neredeyse tıka basa dolmuşken dinsizlerden biri söz aldı ve şöyle konuştu ’Bilimsel konularda tartışmak amacıyla toplanmış bulunuyoruz, herkes önkoşulumuzu biliyor.
     Siz Müslümanlar, kendi din kitabınızdan alınmış ya da peygamberinize dayanan sözlere başvurarak, bize karşı kanıtlar getirmeye kalkışamazsınız, çünkü biz ne söz konusu  kitabınıza ne de peygamberinize inanıyoruz; buradaki herkes yalnızca insanın akıl ve mantığında temellendirilebilen nedenlere dayanabilir’ dedi.
 Bu sözler, genel olarak alkışla karşılandı. Bu ve benzeri sözler duyduktan sonra böyle toplantılara neden katılmak istemediğini artık siz de anlarsınız. Başka bir toplantıya gitmeye beni ikna ettiler; dayanamadım gittim, gene aynı skandalla karşılaştım.”
   
        Bağdat’ta yönetim “Umera” denilen, İhvan-üs Safa derneklerine dayanan sufilerin elindeydi. İslamiyet’in başkentindeki bu özgür ortam, İran’dan Türkistan’a ve Endülüs’e kadar birçok yerde yankılarını buldu. Bu dönemde, “Dinlerin Eleştirisi”  adları altında felsefi eserlerin yayınlanması bile mümkün oldu.

Arap alemi bugün, elli yıl önce yüzyıl önce, hatta bin yıl önce tahammül şeyleri hoş göremiyor. Kahire’de 1930’da yayınlanan bazı kitaplar bugün dine aykırı oldukları gerekçesiyle yasaklanıyor; 9. yüzyılda, Bağdat’ta Abbasi halifesinin huzurunda, Kuran üstüne yapılan bazı tartışmalar, bugün herhangi bir İslam şehrinde, hatta bir üniversitede bile düşünülemez hale gelmiştir…

SAVAŞTA DOĞAL YIKIMLA MÜCADELEDE DEVLET VE İNSAN

SAVAŞTA DOĞAL YIKIMLA MÜCADELEDE DEVLET VE İNSAN
1Eylül Dünya Barış günü
Dünya üzerinde oluşan Devletlerin sınırları çizilmiş olsa ayrı da olsa o ülkelerde dilleri ve inançları farklı olsa bile, insanlar kara günlerinde birbirlerine sadece akraba
lık yada komşuluk borcu nedeniyle yardım etmemelidirler. Dayanışma ve bu ilkeyi bütün Dünya insanları benimsemelidir. Örneğin bir süre önceki Irak’ta yaşanan dram İç savaş nedeniyle zarar gören halklar, Türkiye İlaç, gıda maddeleri çadır göndermiştir.

Türkiye insanları, kendi deneyimleri ile zaman zaman geçirdiği deprem, su baskını ve sel, kuraklık, toz fırtınası ve kar fırtınası gibi doğal yıkımların insanlara ne denli acı ve kayıp verildiğini bilirler. Komşulardan gelen mülteci akımı mücadelede asıl yükü kendi üzerine almıştır. Keza 1999’a ülkemizde depremden dolayı Doğal yıkımlar sonucunda depremde ABD’den daha çok yardım eden Irak hükümeti olmuştu. Dünya sorunları Savaşlarla değil masa başında çözüm aranmalıdır. Çünkü savaşın sonuçlanması için yine de barışı masada çözümlenir. Netice itibariyle sorunlar masa başında çözümlenir. 1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜDÜR YAŞASIN BÖLGELER BARIŞI VE DÜNYA BARIŞI. Barış içinde bir arada yaşamak güzel bir duygudur.
MUSTAFA KEMAL MARDİN’DE PAŞA OLDU.

     Mustafa Kemal, Defalarca silah arkadaşlarına Mardin’de Paşa olduğunu ve gurur duyduğunu anlatmıştır. Atatürk Mardin’de paşa olmuş. Genç bir albay olarak geliyor Mardin’e ve ardından kendisine paşa olduğuna dair resmi tebliğ… Bu durumu hiç unutmuyor ve pek çok yerde bu hatırasını anlatıp, diyor ki:
“- Mardin... Mardin, benim paşa olduğum yer!”
Atatürk Mardin’e bir de arkadaşları ve erkânı ile birlikte 1917’de geliyor. Hicaz Cephesi Kuvvetleri Komutanlığına atanmış o tarihlerde.
Mardin halkı ve eşrafı Atatürk’ü coşkulu bir şekilde karşılayıp çok güzel ağırlıyorlar.



     Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, bugünkü Türkiye toprakları çeşitli İtilaf orduları arasında paylaşırken ve Versailles’da ya da Sevr’de toplanan Batılı güçler duygusuz biçimde insanlara ve topraklara sahip olurken, Osmanlı ordusunun bu subayı galiplere hayır deme cesaretini göstermiştir. Birçokları karşılaştıkları haksızlıklardan yakınırken, Mustafa Kemal Paşa silaha sarılmış, ülkesini işgal eden yabancı birlikleri salgıncıları kovmuş ve diğer güçleri tasarılarını gözden geçirmek zorunda bırakmıştır.
 



Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) İzzet Paşa’yı karşılıyor. Mardin Osmanlı döneminden bir yavru sarayda. Alman Karargâhı.


   Bu ender rastlanan tutum, hem yenilmez olarak ün salmış düşmanlarına direnme gözü pekliğini sergilemesi, hem de bu savaşımdan galip çıkması onun meşruiyetin         kazanmasına yol açmıştır. Osmanlı hanedanına son verir, halifeliği kaldırır, din ile devlet işlerini birbirinden ayırır, sıkı bir laik sistem kurar, halkından Avrupalaşmasını ister, Arap alfabesinin yerine Latin alfabesini koyar, erkeklerin sakal tıraşı olmasını, kadınlarınsa peçelerini çıkarmasını zorunlu kılar, kendi başındaki geleneksel başlık yerine Batı tarz şık bir şapka kullanmaya başlar. Halkı da onu izlemiştir.
       Çok da şikayet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir. Neden? Çünkü halkını tekrar gururlandırmıştır. Halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir. Gerçek şudur ki benim düşüncem sorulsa her iki alfabe konulabilirdi, böylece insanlarımız geçmiş kültürden de kopmazdı.
          Bu dönemde Yakubi Süryani Şakir Efendi’nin Kemalist hareketle ilişiğinin olup olmadığını bilmiyoruz. İlyas Efendi’nin 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM açılırken yapılan törende hazır bulunduğu ve Meclis’in açılışı için yapılan duaya katıldığı belirtilir. Ki doğru değildir. Patrik Efendi ile M Kemal’in yakın ilişkisi bu tarihten sonra başlamış olmalıdır. Ancak Mustafa Kemal’in Mart 1917’de Mardin’e gelince henüz patriklik makamına oturan İlyas Şakir Efendi ile tanışmış olmaları da ihtimal dahilinde olmakla birlikte bu konuya ilişkin elimizde bir kanıt yoktur. Papaz Gabriyel Akyüz’ün belirttiğine göre, İlyas Şakir’in Mustafa Kemal ile dostane ilişkiler vardır, ve henüz Türk Kurtuluş Savaşı kazanılmadan, Temmuz 1922’de TBMM Başkanı ve Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’ya Ankara’da bizzat ziyaret ettiği söylenmektedir. Ancak, bu ziyaretin nerede ve nasıl gerçekleştiği ve neler konuşulduğu hakkında ise şu anda hiçbir bilgiye  sahip değiliz. Mustafa Kemal ile İlyas Şakir Efendi arasında gerçekleşen ilk ve tek görüşme, İlyas Şakir’in Şubat 1923’te Ankara ziyareti sırasında olmuştur…(Makalelerle Mardin, Sayfa 284)    
 
     İslam alemindeki pek çok lider ülkesinde, Türkiye örneğine öykünmeyi düşledi. Afganistan’da 26 yaşındaki gencecik kral Emanullah 1919’da tahta geçti ve Mustafa Kemal’ın izinden gitmek istedi. Ordusunu işgalci İngiliz birlikleri üstüne sürdü ve ülkesinin bağımsızlığının tanınmasını sağladı. Bu şekilde kazandığı saygınlıktan güç alıp iddialı reformlara girişti, çokeşliği ve peçeyi yasakladı, erkek ve kız çocuklar için modern okullar açtı, özgür basının ortaya çıkmasını destekledi. Bu deneyim on yıl sürdü, 1929’da Emanullah kendisini dinsizlikle suçlayan gelenekçi liderlerin komplosuyla tahttan indirildi. 1960’ta Zürih’te, sürgünde öldü.
  

 Devrik İran Şahı

     İran’da Rıza Şah’ın girişimiyse daha uzun süreli oldu. Mustafa Kemal’a hayran bir kişi ve tıpkı onun gibi subay olan Rıza Şah kendi ülkesinde aynı modernleştirici deneyimi gerçekleştirmek istiyordu; ama en sonunda gerçek bir kopma sağlamayı başaramayıp Avrupa tarzı bir cumhuriyet yerine yeni bir hanedanı, Pehlevi hanedanını kurmayı yeğledi ve bir bağımsızlık çizgisi izlemek yerine güçler arası çelişkilerden yararlanmaya çalıştı. Kuşkusuz model aldığı kişiyle aynı yeteneklere sahip değildi, ama hakkını da yememek için şunu da belirtmekte yarar var, petrolün bulunmasından sonra Batılı güçlerin İran’ı kendi haline bırakması pek de olası değildi. Handan, iktidarı korumak için İngilizlerle, ardından da Amerikalılarla, yani İran halkının refah ve onurunun düşmanı olarak gördüğü ülkelerle ittifak yaptı.

     Şahın “Beyaz Devrim”i Ne Getirdi?
    Geçmişte, Emperyalizme bağımlı ve kapitalist yoldan gelişmeye çalışan bir ülke olan İran, emperyalizmin savunucularınca uzun yıllar kapitalist yoldan kalkınmanın gelişmekte olan ülkeler için nasıl muazzam mucizeler yaratabileceğine örnek olarak gösterilmiş bir ülkedir. Kapitalist Burjuva basını geçmişte yıllarca Şah’ın beyaz ve kansız devrimi’ni öve öve bitirememişti.
     Bilindiği gibi yurtsever bir politika izlemeye çalışan Başbakan Musaddık’ın 1953’te CIA tarafından düzenlenen bir darbeyle devrilmesinden sonra, İran’da emperyalizmin yanlısı bir baskı rejimi kuruldu.

     Mustafa Kemal örneğinin tersi bir örnek bu, Düşman güçler tarafından korunduğu düşünülen birinin meşruiyeti kabul edilmez ve giriştiği her iş değersiz görülür;  ülkeyi modernleştirmek istiyorsa, halk modernleşmeye karşı çıkar; kadınları özgürleştirmeyi hedefliyorsa, sokaklar protestocu çarşaflarla dolar. (Şah dönemi)

     Pek çok sağduyulu İran’da reform başarısızlığa uğramıştır, çünkü nefret edilen bir iktidarın imzasını taşıyordur! Bunun tersine, pek çok akla aykırı eylem de alkışlanmıştır, çünkü savaşçı meşruiyetin damgasını taşıyordur! Öte yandan, bu durum bütün dünya için geçerlidir; bir öneri oylanırken, seçmenler önerinin içeriğindense, onu temsil eden kişiye güvenip güvenmediklerine göre kararlarını verirler. Pişmanlıklar, tartışmalar ancak sonradan devreye girer. 
       “İMPARATOR” MANTIĞI : “OYUN İÇİNDE OYUN”

     Çoğumuzun, birçok kez, gerçek içeriği üzerinden düşünmeden, klişeleşmiş olarak kullandığımız  “terör”ün olduğu ülkelerde iç savaşımının en yıkıcı sürdüğü bölgemizde bu odak merkezlerinden biri olduğu kuşkusuzdur. Özellikle de Küresel güçlerin aktörleri bu düşünceyi üretenler ise son derecede bilinçli olarak, bu savaşın içinden çıkmaz bir karmakarışıklığa soktuğu Ortadoğu denkleminde Global terörü yani aktörleri kimin tarafından yetiştirildiği! Kimin tarafından otlattırıldığını! Kim beslediğini, kim silahlandırdığını? Yanıtlayacak olursam  Petrol devletleri ve arkasındaki küresel güçlerdir.

     Tarihi kurcaladığımızda ARAMKO, CİA gibi söz konusu kuruluşlar, bu unsurları  Afganistan’da, Suudi Arabistan’da  örgütlediğini bilinmektedir. SSCB, karşı savaştırıldı. Daha sonra Pakistan ve Mısır’a yerleştirildi. Amerikan emperyalizmi Irak’ı istila ederken insanlık tarihinde görülmemiş bir dram bir vahşet yaşandı. Anımsanacağı üzere daha önce bu örgütü oluşturan  bu omurga, Irak’ta ABD ve tayfasına karşı cihat açtı ve daha  müteakibinde Suriye iç savaşında El NÜSRA  cephesiyle ile Özgür Suriye ordusu iç savaşta desteklendi. Böylece Küreselleşme Dünya’yı daha kötüye götürdüler.


     Bugün Suriye’de iç savaşta seksen ülkeden gelen bu unsurlar,(Cezayir’den iki bin Tunus, Libya’dan yaklaşık beş bin militan)  Sözde din ve mezhep adı altında  Suriye’de savaştırılmaktadır. Bugün; Suriye’de ve Irak’ta Sincar (Sinear) dağında insanlık dramı yaşamaktadır. Kardeş kardeşi öldürmektedir.
 Yezidiler, İnançlarından ötürü tarih boyunca mengene gibi değişik etnisite tarafından baskı ve zülüm içinde yaşamlarını sürdürdü.. Zor dönemden geçiyoruz. Acil olarak bölge halklarının can güvenliği sağlanmalıdır.
        
    Anımsanacağı üzere birçok radikal İslam-i grubun eylemlerini meşrulaştırmak için dayandıkları, Mardin Fetvası olarak da bilinen 700 yıllık cihat fetvası, “Barış Diyarı Mardin” konferansında 28 Mart 2010 tarihinde yorumlandı. Ahmet Malik’in ifadesine göre; “İslam masum insanları öldürmeyi emretmiyor. Müslümanları, Müslüman olmayan yönetimlerle savaşmaya çağıran Mardin Fetvası’nı bugünün koşullarında yeniden yorumlanıyor…..

      Moğollara karşı cihat, Moğol istilası altındaki Mardinlilerin isteği üzerine, İslam Dünyasının önde gelen alimlerinden İbn-i Teymiyye 1300’lü yılların başında verdiği fetvayla Müslümanları, Müslüman olmayan yönetimlerle savaşmaya çağırdı. Cihat Fetvası zaman içinde farklı şekillerde yorumlanarak bugün cihat açan bir numaralı argümanları arasına yerini aldı. Fetvanın verildiği dönemde, Moğollar insanları öldürüyor, mal mülke zarar veriyorlardı. İbn-i Teymiyye’nin fetva vermesinin tek  sebebi Moğolları kovmaktı.”

     Asıl amaca gelelim: Dünyada olup bitenleri, yani savaşları ikiye ayırtabiliriz. 1- Haklı savaşlar 2- Haksız savaşları. Haksız savaşları anti emperyalist ve her demokrat olan kimse tarafından desteklememesi gerekir. Haklı savaşları da her insan, her demokrat ve her Devrimci tarafından desteklenmelidir, bunun da yöntemi, zamanı ve tarihin seyrine göre desteklenmelidir ve ilkin Barışı masa başında aranmalıdır, çünkü sonuç itibariyle bir şeyin çözümünde yani barışı yine de masa başında çözümlenir. Her “ Mücadeleye daima sonuna kadar elverişli şartlar altında girilebilseydi, Dünya tarihini istediğimiz gibi yapmak çok kolay olurdu.” (Marx) (Bu alıntı, “elverişli koşullara dikkat” bu vaazı veren …yöneticilerinin kulaklarını çınlatmalı.) 

                 BEYAZ GİYSİLİ KARDEŞ YEZİDİLER (EZİDİLER)
Neden beyaz giysili Kardeş Yezidiler başlığı attım, çünkü inançları doğrultusunda çoğunluğu beyaz kıyafet giyer ve  tarihte hep baskı ve zulüm gördüler…

     Bu korkunç, adsız ve akla uygun düşmeyen olayların faili İŞİD (IDAŞ) radikal İslam-i grubun eylemlerini Irak ve Suriye bölgesinde meşrulaştırmak bu aklımla zorluk çekmekteyim. Irak ve Şam İslâm Devleti ya da Irak İslâm Devleti.  İçinde geliştiği bu savaş koşulları, insanlık tarihinde eşi görülmemiş bu olay onu kararlaştıranların, emredenin sorumluğunda kalacak; Bu vahşeti Ezidilere, Keldanilere, Asurlara, Yakubilere, Türkmenlere, Araplara uygulayanlar, tamamlayanların utançları olacak, arta kalanların ise ebedi takıntıları olacaktır. Irak savaşının yoğun olarak yaşandığı dönemlerinde Irak’ın Anbar, Ninova, Diyale, Babil, Kerkük Selahaddin illerinde çok büyük etkinlik gösterdi. Bakuba’yı başkent ilan etti. Halen devam eden Suriye iç savaşında Suriye’nin  İdlip, Rakka ve Halep bölgelerinde vahşet ve varlık göstermektedir.

    Suriye Yezidilerinden bir kadın tipi                        Evliya Çelebi’nin tarif ettiği   kadın                            
                                                                                        Gibi saçlarını uzatan bir Yezidi erkeği
      İŞİD (IDAŞ) Irak’ta ve Suriye’de nasıl bu geniş alanı denetimine aldı? 2003’te Birleşik Devletlerin Irak’a saldırı savaşının sonucudur. Savaştan sonra, yaşanılan acı deney bu iç savaştır, mezhep savaşı.  Irak’ta seçimden sonra yeni kabine oluşturmayışı hükümet boşluğundan dış güçlerin sinsi desteğiyle İŞİD böylece  düzenli orduya geçti; Irak ve Suriye bölgelerinde hükümet boşluğundan yararlandı. İŞİD ilkin Kuzey Suriye’de Türkiye’nin uzun sınırlarında mevcuttur. Bu tamamıyla insanlığı ve Devletleri tehdit etmektedir. Bizzat tarihsel gerçeklik, bunun en iyi ve en şaşmaz kanıtıdır.

                                 GERÇEKLERİ SÖYLEMEK DAİMA ACIDIR
 Bu makaleyi kaleme almamın nedeni Şudur; Facebook’ta paylaştığım İki resim birbirine zıt bayanların 1932 modern giyim ile 1913’te İstanbul sahilde kara çarşaflı bayanları paylaşmıştım bunu gören karşı düşüncede olan kişiler beni İsrail’e gitmemi önerdiler çünkü onların gözünde çıplaklığı savunduğumu zan edip sözlü tacizde bulundular ve başka bir kişi de cephede silah taşıyan bayanları gösterdi. Arkadaş şunu söylemek istiyordu; tesettürlü bayan cephede savaştığını makayajlı kişilerde gönüllerini eğlendirdiklerini ima etti. Ben de onlara cephede taşıyan halk olduğunu ve çarşaf giymediklerini beyan ettim ve aşağıdaki makaleyi kaleme alma mecburiyetinde kaldım. Ve daha sonra bu makalem de diğer makalelerim gibi facebook’tan kaldırıldı.       
     

                        BU DİNCİLER O MÜSLÜMANLARA BENZEMİYOR

Tarih 31. 7. 2014
     O tarihlerde Halide Edip Adıvar gibi zihniyetinde olan kadınların eylemleriyle ve yurtsever kadınlarımızın coşturmasıyla kurtuluş savaşında cepheye silah taşınırdı. Sosyete dediğiniz ojeli makyajlı kadınlar da, iki yüzlü, dalkavuk Abdülcambaz zihniyetinde olan kişilerin hareminde, hapsetmişlerdi.  Modern kıyafeti savunduğumdan dolayı  açık giyineni İsrail’e gitmemi ve beni bu yurttan kovmaktasınız, kim tehdit ediyor? kim kimi kovuyor bu ülkeden ve beni de yanlış anlıyorsunuz, Ben her türlü giyimi de savunan bir kişiyim. Üstelik o yıllarda Anadolu köylüsü de çarşaf giymezdi aynı zamanda açık saçık da değildi.

Dini inançlarınız gereği; geçmiş tarihlerde giyim ile ilgi net yazan veya bilgi var mıdır? Benim sülalem açık mı giyinirdi, modern giyim açık mıdır? Bir zamanlar Ankara’da Batıkent-Kızılay istikametinde trende (metroda) iki gencin uygunsuz oturduklarında onlarla nasıl tartıştığımı ve kavga ettiğimi biliyor musunuz? Avrupa ülkelerinde açık ve kapalı giyinen kadınlar vardır. Devrimcilerin giyim tarzına gelince; Filistinli Leyla Halid gibidir Ama Netekim Paşaya ne yapayım ki, Amerikanın talimatıyla yaptığı darbeden sonra darbe üstümüzden bir silindir gibi geçti. Ve meydan size kaldı. Türk İslam sentezi adı altında borazanınız ötmeye başladı. Bayanları ambalajlanma ve kapanma hakkında bilgi almak isterseniz Mezopotamya bölgesinde  yapılan Arkeoloji kazılarında çıkan  M.Ö. 3000 yıllarında çivi tablet yazılardan tercüme edilen kitaplarda yazılıdır ve İslamiyet ile ilgili örtme, Müslümanların  Medine’ye/ Yesrib tehcirinde neden örtünmesi gerektiği ilgili kitap okunmasını öneririm, Kuran’da en büyük günah ve lanet yalan söyleyen kişiyedir. Sakın beni yanlış anlamayın  bunu şahsınıza söylemiyorum. Sanki insanlarımız dört dörtlük, sanki her şeyi harfiyen yapmaktayız.

     O fotoğrafı beğenmem paylaşmam nedeni şudur; yakında Irak ve Suriye’de mezhep iç savaşla ilgili makalemde fotoğrafı ekranda kara çarşaf ile ilgilidir. Çünkü mezhep savaşlara karşıyım. “Kerbela” faciasından sonra Irak’ta tutulan ‘yas’ ile ilgilidir. Kara çarşaf Şia’nın yas tutma simgesidir. Suriye’de mavi, beyaz çarşaf giyenler de var. Araplar Güneşten korunmak için şemsiye açar ve bu yüzden de bu ürüne Şemsiye demektedirler, biz ise Yağmur yağarken yağmurdan korunmak için açarız ve halk buna Şemsiye adını vermiştir buda bir zıtlık var çarşafta da aynı zıtlık var.      

     Soğuk savaşta solu bertaraf etmek isteyen ABD komplosuyla meydana gelen darbede palazlanan siyasal İslam ABD meydanı onlara bıraktı. O Tarihlerde bir sürü İmam Hatip lisesi açıldı. Sovyetlerin Afganistan işgali sırasında CIA tarafından kurulan tezgah daha sonra ABD Militarizmden desteğini çekti. Daha sonra, hedef Küresel güçler Ulus devletleri küçültmek oldu. ABD militarist desteğini çekti. Küresel güçlerin yeniden Dünya’yı dizayn etmek için yeni bir düzen için ulusal düşünceye karşı yerine din ekseninde siyaset yapanları destekledi.  

    12 Eylül’den bu yana, Kürtleri, Türkleri ve diğer etnisite de yaşayan halkları, köylüleri ve kentlileri bir çimento gibi birbirine bağlayacak ideolojinin Kemalizm olmadığı idrak edildiğinden beri İslamiyet, ideolojik bağ olarak doğrudan doğruya devlet tarafından sisteme dahil edilmeye çalışıldı. İslam-i hareketteki canlanma, aslında ‘devlet sübvansiyonu’nun bir ürünü olarak ortaya çıktı.

     Balyoz, Ergenekon adıyla bazı Paşaları tutukladılar. İktidarın uyguladığı korku imparatorluğu “ülkemizdeki devrimcileri nerede” söylemlerde bulunmaktalar. Emekli paşalara şu yanıtını veririm; Paşam Devrimcileri balyozlarla 12 Eylülde bitirildi… Ne tesadüf ki Çanakkale’de Teğmen olarak vazifemi ifa ederken Alay komutanım Necabettin Ergenekon bana şunu söylemişti; “Yakında size balyoz gibi geleceğiz.” Balyoz 12 Eylül darbesidir. İşin cilvesine bakın sonra Ulusalcılar Balyoz ve Ergenekon adı altında tutuklandı, Arapça’da bir söz var “Men Dakka Duka” (Eden bulur)


Bu bakımdan sistemin değil, eski laiklik prensibinin 12 Eylül rejimi tarafından zorlandığı söylenebilir. Devlet desteği kesildiği anda İslam-i hareket hızla güçten düşecektir. Tarihte Arap kadınların nasıl kapandığını biliyoruz küçük yaştan itibaren şartlandırılarak. Çünkü beynimizi aklımızı birkaç hocaya verdik. Kuran’da ilk ayet’te “Ikra” der, Okuyor muyuz?  Bilim Çin’de olsa gidin öğrenin der. Emevi Abbasi ve  Endülüs’te İslam’ın bilimde yükselişinin nedeni akılcılık vardı. İslam’ın Bilimde yükselişi ve çöküşü kitabını okursak iyi olur. Solcu geçinenlere de bir çift sözüm var; Eğer halkı kazanmak gibi bir derdiniz varsa, dininizi/ kültürünüzü bilmek mecburiyetindesiniz. İslamiyet’i dinci yobazların elinden kurtarmak için kültürümüzü öğrenmek sorundasınız. İnsanımızı cehalet bataklığından ancak böyle kurtulabilirsiniz; yasaklarla, kaba ve sert söylemlerle değil. Bilinmelidir ki İbni Haldun, Farabi’yi, İbn Sina’yı savunmak devrimciliktir.
                       
                         

                               “BASBAYAĞI İFTİRA VE ALDATMACA”

   Özgürlük büyük bir sözdür, ama özgürlüğün bayrağı altında bizim hakkımızda çeşitli kötü şeyler söyleme yolunu tutmuşlardır Yakubiler. “Basbayağı iftira” “aldatmaca” “maskaralık…

   Okuyucunun hatırlayacağı gibi, bu pek edepli deyimler değildir. Ama halkımızı germek için her türlü iftira kumpanyasına başlatmışlardır. Şu kötü dogmacılar ( gözü kapalı inanılan düşünce,) bizim hakkımızda çeşitli kötü şeyler söyleme yolunu tutmuşlardır; oysa onlar uzaktan kumanda aleti olmaktan daha kötü ne olabilir ki?

   Bu konuda kirli bazı şeyler çarpıtılarak  tertipleyenler bir …..şerefsizlik örneğidir, iftira amacıyla kasten yalan yanlış söylentiler” yayma “hizipçi bir mücadelenin çıkarı için bir sahtekârlık vb. görmeye kararlıdırlar. Bu marazi eğilimler, Avrupa’da göçmen yaşamının sağlıksız koşullarıyla, ya da anormal bir sinirsel durumla açıklanabilir.
14. 05. 20012 tarihinde Haberturk ulusal kanalda saat 18.15’te Balçiçek’le Kutluğ Ataman’la yapılan röportaj konuyla ilgili paradoks ve Mardin halkıyla ilgili gayri ahlaki yöntemlere başvuruldu. Kutluğ Ataman duyduğu söylentiyi de araştırmaya gerek görmedi ve inandı. Neden acaba?...Kimlere haksızlık edilmiş? Kim etmiş? Nerede ve ne zaman milliyetleri neydi? Köylü mü şehirli mi? Bunlar hakkında tek bir kelime yok…
 

Eğer işi bu safhaya taşımasaydılar onurumuza karşı uygunsuz saldırılara vardırılmasaydı bu konuya değinmeyecektim bile.
“Mardin her şeyden önce huzur istiyor. Bu huzuru bozmaya kimsenin hakkı yoktur. Aynı şehrin, aynı mahalleyi paylaşan hatta bazen evleri sadece birbirinden ortak bir duvarla ayrılan Mardinliler arasında dini ayırımın sebep olduğu bir çatışmadan bahsetmek, en azından Mahkeme kayıtları incelendiğinde görünmemektedir.
Yakubi Süryanilerin Mardin’de kendilerine özgü mahalle tarihte hiç olmamıştır. Çünkü kırsal alandan Mardin’e göç etmişlerdir. Geçmişte, Emevi ve Abbasi döneminde kentin halkı Araplar olduğu ve Mardin mimarisi Kuzey Suriye mimarisine benzer, cami ve medreseler Selçukların bir kolu olan Artuki eseridir.
Bu Orkestrayı Batı Kurdu

     Küreselleşmenin en uğursuz sonuçlarından biri, cemaatçiliği de küreselleştirmesidir. İletişim araçların küreselleştiği bir zamanda dinsel aidiyetlerin yükselişi, insanların küresel topluluklar halinde gruplaşmasını sağladı, özellikle İslam aleminde, daha önce eşine rastlanmamış biçimde bir petrol kuyusu gibi kendiliğinden dışarıya fışkırması  boşanmış halde, bunun en kanlı örneğini Irak’taki Sünniler ile Şiiler arasındaki çatışmalarda rastlanıyor. 
     21. yüzyılın başında gözlerimizin önünde olup biten şeyler sıradan bir sarsıntı değil. SSCB yıkıntılardan doğan küresel güçlerin yaptıkları tahribata karşı, aklımızı silkeleyip çok uzun yıkıcı, bölücü, korkunç bir gerilemeye karşı bir şeyler üretilmelidir. Din, renk, dil, tarih, gelenek bakımından birbirinden farklı olan ve dünyanın gelişiminin, sürekli olarak yan yana yaşamak durumunda bıraktığı bütün bu toplulukları huzurlu ve uyumlu biçimde bir arada yaşatmayı becerebilecek miyiz? Bu sorun her ülkede, her kentte, aynı şekilde dünya çapında geçerli. 

Son yıllarda dünyada meydana gelen her şey, Arap toplumlarında İslamcıların savundukları tezlerin kazanmasına katkıda bulunacaktı. Arap ulusalcılığından yana olan rejimlerin birbiri ardına başarısızlığa uğraması, bu ideolojinin tamamen  düşmesine ve başlangıçtan beri Arap ulusu düşüncesinin Batı kaynaklı bir ‘yenilik’ olduğunu ve bu şekilde adlandırılmayı hak eden tek milleti İslam milleti olduğunu söyleyenlerin inandırıcılık kazanmasına yol açacaktı.
   

 Irak örneği bu düşünceyi güçlendirir yalnızca.Tarihte Akat ve Babil gibi İmparatorluklara soyunan, sonra da gerçek bir mücadele vermeden alaşağı edilen, Saddam Hüseyin’in çocuklarını da iki saat çatışmadan sonra öldürülmesi, çocuklarını öldürme sebeplerini de Amerika Ortadoğu çirkin oyunları hakkında konuşmamalarıydı. Ardından, bakınız ne oldu işte, bu adam devrildikten sonra, Irak karmaşaya sürüklendi, kan gölüne dönüştü.

      Bakınız çeşitli tarikatlar birbirlerini katletmeye başladı. Sünni- Şia çatışmasında kan gölüne getiren kimlerdir? Bu Orkestrayı kim kurdu? Batı kurdu. Bu iç savaşı neye dayanarak kurdular, dinsel ve milliyetlere göre. Aklımıza şu soruyu getirelim. Irak Kürdistan da farklı dinsel adiyetler var mı vardır Kürtler arasında Suni ve Alevi mezhebine mensup insanlar var mı? Vardır. Peki kendi aralarında mezhepsel bir şekil de  savaşıyor mu hayır neden çünkü  onları milliyetlere göre savaşacak orkestra olarak savaşa hazır kuruldu.

      Hiçbir zaman bir bölgede kardeş kanı dökülmesini de arzulanmaz. Türkmenler arasında Şia ve Suni var mı ? vardır, kendi aralarında mezhepsel savaş var mı? Hayır. Bu da göstermektedir ki; bu kör savaşı kuran Batı yani ABD Irak devletini yıktıktan sonra  bu iç savaşı önleyecek başta ordu ve ülkenin istihbaratını körleştirdi, bilinçli olarak, Irak ordusu ve istihbaratı dağıttı, çünkü istihbarat olmasın ki terör önlenemesin ve iç savaş kardeş kanı dökülsün.

     Arapların durumunun dünya üstünde daha da kötüye gittiği ölçüde, ordularının yenik düştüğü, topraklarının işgal edildiği, halkının işkence gördüğü, aşağılandığı; düşmanlarınınsa sınırsız güce sahip olduğu ve onlara tepeden baktığı ölçüde, dünyaya kazandırdıkları din, kendilerine olan saygılarının son kalesi haline dönüşüyor. Ondan vazgeçmeleri, evrensel tarihe olan en önemli katkılarına sırt çevirmeleri, bir anlamda, varoluş nedenlerine sırt çevirmeleri anlamına geliyor.
     Acılarla dolu bu çağda, Müslüman toplumların yaşadığı sorun, din ile siyaset arasındaki ilişkiden ziyade, din ile tarih, din ile kimlik, din ile onur arasındaki ilişkiyle bağlantılı. Müslüman ülkelerde dinin yaşanma biçimi, halkların içinde bulunduğu açmazı yansıtıyor; halbuki şu durumlardan kurtulabilseler ve demokrasiye, modernliğe, laikliğe, birlikte yaşamaya, bilginin önceliğine, yaşamın övgüsüne uyan ayetleri yeniden bulabilseler, metinlere olan harfi harfine bağlılıkları daha yumuşak, daha sevecen, daha esnek olacak. Ama yalnızca kutsal metinlerin yeniden yorumlanmasıyla bir değişim olacağını ummak yanıltıcı olur. Bir kez daha yineleyeceğim için bağışlayın beni: Ne sorun ne de bunun çözümü kutsal metinlerde. Bkz. Çivisi çıkmış Dünya Emin(Amin) Maalouf sayfa 176
   
      Bu olaylara sebep olan İsrail yayılmacılığı ve Batının Ortadoğu petrolünü kendi denetim alanlarına almaları için yapmaktalar. Bölgede komşu ülkeler hangi konuya el atsalar, yüzlerine gözlerine bulaştırırlar. Daha önceki yıllara bakıldığında İran’dan ihraç edilen bazı resim ve kitaplar Suni-Alevi düşmanlığı körüklemekten başka bir fayda vermez oldu. Millet uzaya giderken (Çin ve Hindistan) bizimkiler “Hendek Cengi”. “Müslim İbni Akil’in şecaati gibi adlarla piyasaya sürülen kandan, kafa kesmekten başka bir anlamı olmayan kitaplar yayınlandı. Bu  adamlar, milleti bunlarla uyutulup oyalıyorlar. Bir zaman Bizleri güzel uyutmaları için Alfabede şunu okutuyorlardı “Uyu uyu yat uyu” Yüzyıllardır yaptıkları, bu! Bu halkı bunların elinden kurtarmak kolay değildir! İslam aleminde Alevilik-Sünnilik adı altında bunlar okutuluyor ve ’Batı’ bu konu üzerinde güzel çalıştı. Geçmişte Halkın dinsel duyguları  böyle okşanılmağa başlanmıştı.


 Ve  bu savaşın hacmi de artıyor. Başlangıçta ABD Irak’ta, Maliki’yi desteklemesi, bu ülkede terörizmi ve şiddeti, sürekli olarak salgıladığı da bir gerçektir. Daha sonra ABD tavrını değiştirdi ve Irak kabinesinde revizyon geçirme mecburiyetinde kaldı.

Kara Çarçaflı (Aba)

     Hadi genelleyelim, kadın örtünce tüm sorunları ortadan kalkıyor mu? Bazı kızlarımıza göre öyle. Yoksa kadını kara çarşaftan ( İslam’da kara çarşaf yoktur)
“Yas”… Evet, yüzyıllardır sürüp gelen yas!... Bütün Müslüman ülkelerin Alevileri, yüzyıllardır sürdürüyorlar, bu yası yoksulluk, ölüm,, ezilmişlik, siyasal baskı karşısındaki umarsızlık, Hazreti Ali soyuna yapılan zulümle birleşmiş, yas kılığında çıkmıştı ortaya. Kitleler, Hazreti Ali soyuna yapılan kötülükleri anarak, kendi acılarını hafifletmek istiyorlardı. Şu kadınların, şu genç kızların, şu erkeklerin yüzlerindeki korku, kin, hınç, şaşkınlık umarsızlık, başka neyle açıklanabilir? Tek başına bu olaydan Irak ve Suriye’nin kurtulması da imkansız, bunun ötesinde Bahreyn-Yemen…….. var. Bütün İslam ülkelerin bu badira bu savaştan nasıl kurtulmalıdır. Daha kaç milyon insan ölecek.

     Çok geçmişe baktığımızda yani Milattan Ö. Mezopotamya bölgesinde bu türde yas tutulduğu, bugün de Muharrem ayında acıyı bedenlerinde ve ruhlarında his etmek için Müslüman Şia taraftarı Kerbela’da, Necef’te bu tören yapılmaktadır. 

     El kaide eylemleri hangi savaşlara sebep oldu? Küresel güçler Irak ve Afganistan savaşına sebep oldu. Bugün Ortadoğu’daki Müslümanlar arasında savaş dersek yanlış tespit olur. Bu düzenbazca savaşın karakteristik çizgileri Batı ve müttefiki İsrail’dir. Bu savaş bu halklara bir virus gibi yayılmaktadır… ve bölgemizi de tehdit etmektedir. Geçen yıllar hatırlayalım Batı Devletleri ABD-AB ve tayfaları Ortadoğu için ne diyorlardı Arap Baharı neye dönüştü Kanlı Bahara. 
Amin (Emin Maluf) Maalouf Çivisi Çıkmış Dünya Uygarlığımız Tükendiğinde kitabında Mande (Sabiler) Hakkında şöyle der:
      Amerika Dışişleri Bakanı Colin Powell, Irak işgalinden önceki aylar boyunca, sık sık çok güç durumlara düşüyordu; bir yandan bütün dünyayı bu savaşın kesinlikle olması gerektiğine ikna etmeye çalışırken, bir yandan da özel görüşmelerinde başkanını kesinkes oraya gidilmemesi gerektiğine ikna etmeye uğraşıyordu.
 Tarih 13 Ocak 2003’te, Beyaz Saray’da baş başa yapılan bir görüşmede, başkana uyarı olarak şöyle dediği söyleniyordu: “You break it, you own it”. Eskiden bazı dükkanlârın benimsediği bu kurala göre, müşteri dükkânlardaki bir nesneyi kırarsa kırdığı ürününün parasını sanki onu satın alıyormuş gibi ödemek zorundadır. “ Kırarsanız, sizin olur.” Powel aslında Başkan Bush’a açıkça şöyle diyordu: “Yirmi beş milyon kişi sizin olacak. Onların bütün umutları, bütün istekleri ve bütün sorunları sizin olacak. Bütün bunlar sizin olacak”
   Colin Powell’in uyarısı Irak’ı kırmaya hazırlananlar için geçerli değildi yalnızca. Jamaikalı göçmen bir aileden gelip, önce Amerikan genelkurmay başkanı, ardından da dış işleri bakanı olan Powell bu çarpıcı özdeyişiyle, kazananların tarihsel sorumluluğunu tanımlamış ve Batılı güçlerin yüzyıllık ikilemine parmak basmıştı:
 Batılı güçler bütün dünya üstünde hegemonyalarını kurduktan, var olan siyasal, toplumsal ve kültürel yapıları yerle bir ettikten sonra, fethettikleri topraklardaki halkların geleceğini manevi açıdan ellerinde tutuyorlardı; onlara karşı nasıl davranmaları gerektiği konusunda ciddi biçimde düşünmeleri gerekirdi; kendi yurtlarındaki kuralları onlara uygulayarak, sömürgelerini yavaş yavaş evlat edinir gibi kendi içlerine mi çekecekler, yoksa onlara sadece egemen olup, ezerek boyun mu eğdirecekler?
       Çocuk kendisini evlat edinen bir anne ile üvey anne arasındaki farkı bilir. Halklar da kurtarıcılar ile işgalciler arasındaki farkı bilir. Yerleşik düşüncenin aksine, Batılı güçlerin yüzyıllık hatası dünyanın geri kalanına kendi değerlerini benimsetmeye çalışmaları değil, tam tersine, egemenlikleri altına aldıkları halklarla olan ilişkilerinde kendi değerlerine göre davranmaktan sürekli olarak kaçınmasıdır. Bu ikircilik ortadan kaldırılmadığı sürece, aynı hatalara düşme tehlikesiyle karşı karşıya kalınır.
   “2007 yılı boyunca, feci sarsıntılar yaşayan ve kısa süre içinde yok olma tehlikesiyle burun buruna kalan küçücük bir azınlığın durumu beni özellikle endişelendirdi. Halâ Sabiler olarak adlandırılan Mandenlerden söz ediyorum, Irak dışında yaşayan, pek az insanın varlığından haberdar olduğu, sayıları çok azalmış, çok sınırlı, çok mütevazı bir topluluktan.
Nasıl bir mucizeydi bu? Bilmiyordum. Kuran’da, Yahudiler, Hıristiyanlar dininden olanlar gibi kitap ehli’ne özel bir konum kazandıran ve Sabilere de – Arapça, es-sabi’a, tam da suya daldırma düşüncesini akla getiren, Sami dili kökenli olabilecek bir ad- değinen bir bölümle kısmen de olsa açıklanabilir.
 Bu kabulden yararlanan topluluk son on dört yüzyılda iyi kötü varlığını koruyabilmiş. Asla kolay olmamış bu mücadele; varlıkları hoş görülse de, sürekli olarak dikkat çekmemeye çalışmak zorunda kalmışlar, gel gelelim dönem dönem işkencelere, gündelik aşağılanmalara maruz kalmalarına engel olmamış.  Bütün bu dönem boyunca, bu insanlar kendilerini tanımlamak için, hem Müslüman komşularına Kuran’da geçen adı anımsatan “Sabiler”i hem de-Yunanlıların gnosis’inin dengi- “bilgi” kavramını akla getiren Sami dili kökenli bir başka adı, “Mandenler”i kullanmışlar.
 Bu iki adla inançlarını, topluluklarının birliğini koruyabilmişler; üstelik Arapça yazıp konuşmayı görev bilmelerine karşın, uzmanların “Mandence” olarak adlandırdıkları ve Aramicenin bir türü olan- hatta, görünüşe göre Sümer dili kökenli bir takım sözcükler de içeren- kendi dillerini de korumayı bilmişler.
       Mart 2007 başında Mandenlerin artık yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğunu öğrenince nasıl öfkelendiğim kolaylıkla tahmin edilebilir;
 Çünkü onlar da bütün Iraklılar gibi ülkenin üstüne çullanan cani çılgınlığın kurbanı olmuşlar; ayrıca dinsel fanatizmin daha önce eşine rastlanmamış şekilde zincirinden boşanması karşısında “Kuran’ın kazandırdığı ayrıcalık” da onları korumaz olmuş.

     Halbuki H.z. Muhammed, daha baştan itibaren tek tanrılı dinlerin, yani Museviliğin ve Hıristiyanlığın mirasçılığı olduğunu vurgulamış ve bölgede birkaç bin yıldır süzülerek olgunlaşan, bütün kavimler tarafından kabul görmüş siyasi ve ahlaki değerleri benimsemiş, herkese sosyal statü, renk ve kavim farkı gözetmeksizin “eşitlik” ve “özgürlük” vaat etmişti.
Müslümanlığın kutsal kitabın onlara açıkça verdiği konumu ateşli vaizler artık tanımıyormuş; “Felluce”de korku içindeki aileleri tehdit edilerek din değiştirmeye zorlanıyorlarmış…”
  

 
     İstilacıların tahrip ettikleri  anıtların arasında, Kudüs’ü 638 Şubatında Rumlardan almış olan ikinci halife Ömer İbin el-Hattab adına yapılmış  olan Ömer camii de bulunmaktadır.

      Ve Araplar bunu izleyen süre içinde, kendi davranışlarıyla Frenklerinki arasındaki farkı açıda kente girmiştir ve kentin Rum patriği ona doğru yaklaşmaktadır. Halife, sözlerine bütün kent halkının can ve mallarının güvencede olduğuyla başlamış, sonra patrikten kendini Hıristiyanlığın kutsal yerlerini gezdirmesini istemiştir. İsa’nın mezarındayken (Kıyama, Kutsal Kabir) ibadet saati gelmiştir. Ömer patriğe, namaz kılmak için seccadesini nereye serebileceğini sormuştur.

     Patrik ona yerinde kalabileceğini söyleyince, halife “ Eğer bunu yaparsam, yarın Müslümanlar ‘Ömer burada namaz kıldı’ diyerek buraya sahip çıkmak isterler” cevabını vermiştir. Ve seccadesini alıp, namazını dışarıda kılmıştır. Doğruyu görmüştür, çünkü adını taşıyacak olan cami tam da burada inşa edilmiştir.
   
      Demek ki devlet gücü adaletle birleşince hak yerini buluveriyor. Tarih kaynaklar Ömer İbin el-Hattab gibi idareciler de ne kadar çok övülüyor:  Düşünüyorum, herhalde tarihe imza atmanın en güzel şekli böylesi bir hayatı yaşamaktan geçer. Birçok Sultan, kral, bey, şah geldi geçti tarih sahnesinden. Fakat bu güzellikle Halife hatırlanmak ne hoş bir nasip!!

 Frenk şefleri, Siyonist liderleri, Hahambaşları ne yazık ki bu gönül yüceliğine sahip değillerdir. Zaferlerini, Filistin Gazze’de tarifi olanaksız bir katliamla kutlamışlar, sonra saygı duyduklarını iddia ettikleri kenti vahşice yağmalamışlardır.
     Artık bu devirde Müslümanlar tembellik, uyuşukluk ve gaflet uykusuna kapılarak Dünyadaki siyasi otoriteleri zayıflamasıyla Batı Emperyalizmi tarafından kukla idarecilerin insiyatifinde….
     İdealist kişilerde tarih tekerrür eder, ama materyalist  felsefecilere göre hayır der bu rastlantıdır der. Irak‘ta Felluce şehrine fosfor bombası Arapların üzerine yağdıran ABD ya da Filistin’de akrabaları öldürülen  Hitler’in Faşist emanetini alan Natanyahuya Batı tarafından bu zorbaya teslim edildi. Faşizm ve milyonlarca Filistinliye soy kıyım uygulayan İsrail ve Batı  bu vahşet için tarihine bir kara leke geçecektir.

Bugün İŞİT denen  terör örgütü Musul bölgesinde bulunan yerli halk büyük zarar görmektedir. Hilafetini ilan eden bu örgüt halbuki göbeğinden Siyonistlere bağımlıdır.

 İngiltere’nin Arap Halifeliği Kurma Çabaları
     Mısır Hidivi Abbas Hilmi’ye bağlı ajanlar 1890 yılında itibaren Arap Hilafeti propagandası yapmaya başlamışlardır. El Kevakibi çıkardığı “Ümmü’l – Kura” adlı gazetede kurulması planlanan Hilafet için 22 Müslüman delegenin katılımıyla seçilecek, Arap Halifesi senaryolarından bahsediyordu. El-Kevakibi, Hidiv Abbas’ın halifeliği için Arabistan yarımadasında propaganda yapıyordu. Bunun yanı sıra Peygamber soyundan gelen ve Şam’da bulunan Ebu’l-Huda’nın adaylığından bahsediliyordu. Diğer yandan Mekke şerifleri ise kendilerinin Peygamber soyunda geldiklerini ve Mekke Şerifi olduklarını ileri sürerek kendilerinin hakkı olduğunu iddia ediyorlardı. II. Abdülhamid tüm bunların bir İngiliz planı olduğundan şüpheleniyordu.
     İngilizler Halifeliği Osmanlı Devletinin elinden almakla Müslüman dünyası üzerinde ikilik çıkararak, Müslümanların güçlerini zayıflatmış olacaklardı. Ayrıca Müslümanların Osmanlı halifesine olan sadakatlerinde  bir kopma olacaktı.
Bu amaçla İngiltere, Hindistan yolunun başlangıcı Cebel-i Tarık Boğazına 1814’te yerleşirken, 16 Ocak 1839’da ise bu yolun doğuya çıkış kapısı Aden Boğazı’nı kontrol eden, Aden şehrini almıştır. Zamanla bölgede Kuveyt, Maskat, Katar, Bahreyn gibi şeyhliklerle bazı antlaşmaları yaparak, onları kendine bağlamıştır. Bu bölgedeki şeyhlere iaşe ve silah yardımında bulunmuştur. İngiltere’nin Ortadoğu üzerindeki emelleri nedeniyle, Suriye üzerinde de Fransızlarla mücadele ediyordu. Onun için İngiltere Mısır’ın yanı sıra Suriye’yi de Fransızlara kaptırmak istemiyordu.
     20. yüzyılın başlarında bölgede petrol varlığının ortaya çıkması, bölgenin stratejik ve askeri açıdan başka ekonomik önemini de arttırmıştı. Bu durum İngilizlerin bölgeye yerleşmek yönündeki isteklerini iyice kamçılamıştır. Ayrıca İngiltere, Fırat Nehri sularını kullanarak, bölgede önemli tarımsal gelirler de elde etmeyi planlamıştır. Araplar arasında bir iç savaşın ana noktalarının tespitine çalışmıştır. Arapların Osmanlıdan ayrılışından sonra birleşik bir Arap gücünü istememekteydiler. Sykes’e göre bölücülük en önde gelen kaide olmalıydı. İngiltere, ancak bu sayede Arapları kontrol altında tutabilirlerdi. İngilizler de genelde  Sykes’in fikirlerini uygulamıştır. Fakat o tarihte Araplar, İngiliz ve Fransız İşgaline karşı Sykes- Picot anlaşmasını paylaşan Devletlere şunları söylemişlerdi    “ Geldiğiniz gibi gitmeyeceksiniz.”

     19. yüzyılda diğer devletler gibi Fransa’da Cezayir, Tunus ve Fas’ı alarak bir sömürge imparatorluğu kurmak istemiştir. Sonuçta Cezayir halkı bağımsızlığında bir milyon şehit verdi Fransızlara karşı.   
 Tarih 2014 ……. İŞİT denen örgüt Hilafetini ilan etti. Halbuki İŞİT tescilli, patantli Siyonist ve Haçlıların bir maşasıdır. Gerçekten Tarih tekerrür mü ediyor felsefe açısından tekerrür etmez emperyalistlerin oyunuyla rastlantı diyelim. AB-ABD ve tayfaları eski İngiliz siyaseti doğrultusunda Arap Halifeliği fikrini kendi amaçlarına ulaşmanın bir yolu olarak görmüşler. Böylece yeni Ortadoğu projesi uygulandığında emperyalistler suçlanmayacaklardır. Irak ve Suriye’de yıllarca iç savaş vardır. Bu devletler daha önce İsrail için bir tehdit sayılırdı. Bizzat tarihsel gerçeklik bunun en iyi ve en şaşmaz kanıtıdır.

     Küçük bir örnek verecek olursam: Avrupa’dan Sudan’a giden rahipler isyancı gruplarla sürekli temas halindeydiler. Güney Sudan bölgesi hepsi Animist, içlerinde az da olsa Hıristiyan vardı. Onları bölmek için sözde yardım ellerini uzatıyorlardı, 17-8 yüzyılda kara Afrika’yı soyan Avrupalılar, Sudan  bölünmeden önce yardım ellerini uzatmışlardı. Pirinç çuvalları dağıtırken rahip işaretparmağını tavana doğru kaldırdı. İslam’ı geriletmemiz lazım; başka çaremiz yok diyordu. Ve bir takım karışıklık çıkartıyordu… Sonuç Sudan bölündü, bölgede Kapitalist Emperyalistler yeni Sykes-Picot gerekçesiyle bölgeyi yeniden istikrarsızlaştırmak istiyorlar.
          XX. yüzyıl başında Ortadoğu’yu kanlı cetvelle kesip biçenler, 100 yıl sonra yine aynısını uygulamaya çalışıyorlar. Türkleri, Arapları, Kürtleri, Ezidileri birbirine kırdırarak yapıyorlar…

Sodom ve Gomore

Sodom ve Gomore


Yeryüzünde savaşlar var oldukça ‘Sodom ve Gomore’ hiç eskimeyecek bir roman… Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ve Amin (Emin) Malouf Arapların Gözüyle haçlı seferleri gibi bu iki önemli romanını elden düşürmemek gerekiyor. Bundan altı yıl kadar önce Cumhuriyet’teki köşesinde Selim İleri çok güzel ve yerinde bir iş yaptı. Sodom ve Gomore’yi yeniden okumayı gündeme getirdi, güncelliğiyle bağlantısını kurarak…Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri de okumak gerekir. Çünkü Batı Emperyalizmi Gazze’de tekrar o çirkin çehrelerini gösterdi. 

     Nuray Mert de Radikal’deki köşesinde Sodom ve Gomore başlıklı nefis bir yazı yazdı. (25 Temmuz 2006) Mert’in ABD emperyalizmin ve İsrail’in Lübnan’a, Gazza’ya saldırılarına başta İslam ülkeleri olmak üzere tepkisiz kalan tüm dünya, Tevrat’ta lanetlenmiş kentler olarak geçen Sodom ve Gomore’ye benzetmesi tam bir teşbih-i beliği’ydi. (en güzel benzetme)Ancak hemen belirtmeliyim ki Mert’in ılımlı İslam iktidarının teokratik devlete dönüşemeyeceği, böyle bir tehlikenin olmadığı biçiminde özetlenebilecek tezine  Ferhat özen gibi bende katılmıyorum. Bu yalnızca ABD çıkarlarına bağlı bir değişken…Toplumun refleksleri haşlanmış kurbağa benzetmesinde olduğu gibi pelteleştiğine göre.. Ilımlı İslam ABD’ye yeterince hizmet edemez.

     Yakup Kadri Sodom ve Gomore romanı yazarken, düşman işgali altındaki İstanbul, böyle diyenlerden geçer. Söz konusu roman da tam bu çürümüşlüğü anlatıyor…Yakup Kadri savaşa katılmadığı için büyük bir eziklik içinde olan romanın baş kişisi Necdet’e söyletiyor bunu: Savaşın tam ortasında birkaç günlüğüne İstanbul’a görevli dönen arkadaşı Dr. Cemil Kami:  “Hey, ya Rabbim! Şu zavallı İstanbul’da az zaman içinde neler gördü? Deyince Necdet: “Bizi iliklerimize kadar çürüttüler (s 268) diyor. Holding medyasının ve TV kanalları geçenlerde uyguladığı görsel karartmalar, kendilerine ait kanal muhabirlerine bile tahammülleri olmayan İngiliz BBC muhabirine ekranda saldıran Siyonist faşistler, görsel medyada bütün Dünya seyretti.
 Diğer muhabir bayan ise Gazze ve İsrail’de gördüğü manzara için “iğrenç” bir şey demesi gerekçesiyle görevliyi Moskova’ya sürgün ettiler. Alın size özgürlük ve Uygar Batının çağdaş demokrasisi…Ülkemizde de bu görsel medyaya benzerleri var. Toplumumuz daha önce algısal yanılmasıyla eğer böylesine kör edilmeseydi, bu toplum, Müslümanların üstüne bomba yağdırılmasını, Müslümanlığın bir gereğiymiş gibi yer, yutar mıydı? 

     Yakup Kadri’nin söz konusu romanında Necdet cephede savaşanlara şöyle sesleniyor: “Siz bilmiyorsunuz. Asıl işgal, asıl istila öbür tarafta oldu. Düşman çamurlu çizmeleriyle bizim evlerimize kadar; “ne diyorum bizim yatak odalarımıza kadar girdi”

     Bugün, düşman, çizmeleriyle değil ama TV kanallarıyla yaydığı kültürüyle, günde 24 saat, yaklaşık 240 kanalda, 3000-4000 saat evlerimizi, bilinçaltımızı ele geçirdi. Bugün, insanın, düşünce dünyasının yerini sembol dünyasının aldığı bir görselliğin egemenliğine girdik. Çağdışı  bilinçsiz yapıları ile kadınlar günde 12-16 saat televizyonlarda aptalca ve geri zekalı kafa yapıları ile, çoğu insanlarımız günde 12-16 saat televizyonlarda pembe dizi ve programlar seyrediyor ve internette bildik sitelerde dolaşıp duruyor ya da çetleşerek dedikodu yapıyor.

     Postman’ın deyişiyle ışık hızında yayılan görüntüler aracılığıyla teknoloji (TV’ler) kansız bir devrimi başardı. Ve Postman “Ciddi söylemler, kıkır kıkır gülmeler arasında kaynayıp gidiyorsa, kime ne zaman, hangi ses tonuyla şikayette bulunabilirsiniz? Bir kültürün kahkahadan boğulmasının panzehiri nedir” diye soruyor. Ve bir soru da şu olmalı: TV kanallarının uyguladığı karartma ve similasyon ( yalanın gerçekten daha gerçek gösterilmesi) olmasaydı  Amerikan halkı izin verir miydi evlatlarının Irak’a, Afganistan’a ölüme gönderilmesine?...Ve bu kadar kolay kandırılan bizim insanlarımızın da Gazze katliamında yetkililer;  halk gibi slogan atması yerine, uluslar arası diplomasi kuralları işletilir. Ve bu kadar kolay kandırılan bizim insanlarımızın da Amerikan seçmenlerinin de hiç mi suçu yok?

     Elbette ki, en başta holding medyasındakiler çürüdüler ve toplumu da çürüttüler. Refah ve bolluk içinde yüzmek yerine, daha az refah ama onurlu yaşam diyemediler. Burada  Fidel Castro’nun bir sözü aklıma geliyor: “Ülkemiz insanlara maddesel zenginlik sunamayacak kadar yoksul olsa da, onlara eşitlik duygusu insanlık onuru sunamayacak kadar yoksul değil.”
Sözü Fidel Kastro yoldaşa getirmişken 26 Temmuz şanlı Bayramlarını kutlarım; Bir Türkiyeli Devrimci şahsım olarak ben Küba halkının ulusal bağımsızlık ve sosyal kurtuluşu savaşında devrim sürecinde bir dönemeç olan “26 Temmuz- Ulusal Başkaldırma” bayramlarını, bu tarihsel günün 61. yıl dönümünü en ateşli, devrimci duygularla selamlarım.

     Ve asıl konuya gelelim: Çıkarlarını emperyalistlerle birleştirenler; Sodom ve Gomore 1. Dünya Savaşı sonrası galip devletlerin askerlerince işgal edilen zamanın İstanbul’undaki kitabın arka kapağında da belirtildiği gibi, “Batı hayranı Türklerin alafarangalığa özenen züppelerin, emperyalizmle işbirliği içindeki kesimlerin işbirlikçi burjuvazinin” çürümüş insan ilişkilerini konu alıyor. Batı hayranlığının, Batılı işgal kuvvetlerine yaranma yargısına dönüşmesi, işbirlikçi Türk burjuvazisinin “rüştünü” emperyalistlere kanıtlama ve onların gözüne girme çabaları, kokuşmuş insan ilişkileri romanda Yakup Kadri’nin o bildik pürüzsüz, kılçıksız dil işçiliğiyle ve gerçek bir roman tadıyla veriliyor.. 

Yer, Bağdat, Tarih; Ağustos  1099.

Ulu kadı Ebu-Saad el Harevi, sarıksız, kafası matem işaret ederek, el- Mustazhir billah’ın geniş divanına bağırarak girer. Peşinde, genç yaşlı bir sürü  yoldaşı (refik) vardır. Bunlar onun her sözünü gürültülü bir şekilde onaylamakta ve tıpkı onun gibi, kazıtılmış kafanın altında haşmetli bir sakaldan meydana gelen tahrik edici bir görüntü sunmaktadırlar. Sarayın önde gelenlerden birkaçı onu sakinleştirmeye çalışır, fakat onları horlar bir şekilde iten kadı, salonun ortasına doğru kararlı bir şekilde yürür, sonra kürsüsünden konuşan bir vaizin coşkulu hitabeti içinde, mertebeleri hiç dikkate almaksızın herkese birden nutuk çeker:
   
 -Suriye’deki kardeşlerimizin akbabanın miğdesinden başka oturacak yerleri yokken, siz bir çiçek gibi uçarı bir hayatın içinde, huzurlu bir güvenliğin gölgesinde uyuklamaya nasıl cüret ediyorsunuz? Ne kadar çok kan döküldü! Ne kadar çok güzel kız, tatlı çehrelerini utançtan elleriyle örtmek zorunda kaldı! Yiğit, kahraman Araplar hakarete alıştılar mı ve kahraman İranlılar şerefsizliği kabul mü ettiler?
  
  Arap tarihçileri, vakanüvisler, bu “gözleri yaşlarla dolduracak ve kalpleri coşturacak bir konuşmaydı” diyeceklerdir. Konuşmayı duyan bütün oradakiler iç çekmeleri ve ağlamalarla sarsılmışlardır. El-Haravi onlara şöyle der;
  
  Kılıçlar savaş ateşini canlandırdığında, insanın en kötü silahı gözyaşı dökmektir, der.
     Eğer Şam’dan Bağdat’a Suriye çölünün dur durak boyunca yolculuk yaparak geldiyse, bunun nedeni merhamet dilenmek değil de, İslamiyet’in en üst yetkililerini inananların üstüne çöken afet konusunda uyarmak ve onlardan katliamı durdurmak üzere zaman kaybetmeden olaya müdahale etmelerini istemektir.

      El-Harevi, “Müslümanlar hiç bu kadar aşağılanmadılar tarihte, ülkeleri bundan önce hiç bu kadar vahşice perişan edilmedi” diye tekrarlayıp durmaktadır. Ona eşlik edenlerin hepsi, istilacı tarafından yağmalanan kentlerden kaçmıştır; içlerinden bazıları, Kudüs’ten kurtulabilen çok az sayıdaki insanların arasında yer almaktadırlar. El-Harevi, bunları otuz gün önce yaşadıkları dramı bizzat anlatsınlar diye yanında getirmiştir.

     Frenk grubu 15 Temmuz 1092 kırk günlük bir kuşatmadan sonra mukaddes kent Kudüs şerifi Frenkler tarafından ele geçirmiştir. Kentten sürülenler, bundan her söz ettiklerinde hala titremekte ve sokaklara yalınkılıç dağılarak, erkekleri, kadınları ve çocukları boğazlayan, evleri yağmalayan, camileri talan eden bu zırhlı sarışın savaşçılar sanki hala gözlerinin önündeymişçesine, bakışları sabitleşmektedir.
 
   Katliam iki gün sonra bittiğinde, kent surlarının içinde tek bir Müslüman bile kalmamıştır. Bunlardan birkaçı, saldırganların yerle bir ettikleri kapılardan dışarı süzülmek için karışıklıktan yararlanmıştır. Başka binlercesi ise, evlerinin önünde veya camilerin yakınında, kan göllerinin içinde cansız yatmaktadır. Bunların arasında çok sayıda imam, ulema ve bu kutsal yerlerde sofuca bir inziva hayatı yaşamak üzere ülkelerinden ayrılarak buraya gelmiş olan mutasavvıf  dervişler vardır.

Hayatta kalabilenlerin sonuncuları, en beter işleri yapmaktadırlar: Yakınlarının cesaretlerini sırtlarında taşımak, onları kabirlere gömmek değil de, belirsiz yerlerde üst üste yığarak yakmak, sonra da kendilerinin katledilme veya köle olarak satılma sıralarının gelmelerini beklemek.
  İslam alemi ile Batı arasındaki bin yıllık bir husumetin başlangıç noktasını meydana getiren Kudüs’ün yağmalanması, o sıralarda hiçbir silkinmeye yol açmayacaktır. Arap dünyasının istilacıya karşı seferber olması ve Şam kadısı tarafından halifenin divanında ortaya atılan cihat çağrısını direnme hareketinin ilk yüce eylemi olarak selamlaması için yaklaşık yarım yüzyıl geçmesi gerekecektir.
   

     Frenklerin Suriye’ye geldiklerinde yarattıkları izlenimi iyi özetleyen, iltifatsız bir yargı: Kültür yönünden çok üstün, ama her tür mücadeleciliğini kaybetmiş bir Arap milletinin, kolaylıkla anlaşabilir kaygı ve küçümseme karışımı. Türkler, Batılıların yamyamlığını asla unutmayacaklardır. Onların destan edebiyatının tümü boyunca, Frenkler hep insan yiyen kişiler olarak tasvir edileceklerdir
                  HABER VERME BİÇİMİNDE HABERSİZ KILMA

     Bir bakıma, “haber verme biçiminde habersiz kılma” bir karşıtlıkmış gibi gelmekle beraber, yanıltıcıların kullandığı bol “haberler” yalan-dolan denemesinden başka bir şey değildir. Görünüşte bol ve geniş kapsamlı haberler arasında dünyanın görüntüsünü değiştirebilecek, bir olayı ters açıdan aydınlatacak, şu veya bu kanıtı değiştirecek olanlar seçilip sunulur. Bir düşünce,sözsüm ona “apolitik haber” biçiminde insanların bilincine öylesine sinsice yerleştirilir ki, okuyucu, dinleyici veya seyirci, bu saptırmanın farkında olmaz ve artık “düşünce makinesi ” her fısıltı ile onun dikkat ve düşüncesini kapitalistin, küresel güçün istediği yöne çevirebilir.
     “Apolitik veya saf-arı haber” kavramı da kendiliğinden bir politik saptırma türüdür. Özellikle de bu, propaganda amacıyla kullanılırsa tam bir politik saptırma türüdür. Küresel güçlerinden İngiliz resmi görsel medyası BBC, İsrail’in Filistin Gazze saldırısıyla ilgili yanlış ve taraflı yayın yaptığını görülmüştür. Bu tek yanlı yalan haber geçen hafta İngiltere’de Demokratik kitle örgütleri tarafından protesto edildi. BBC “Filistin/Gazze’de bir şey olmamış” gibi örneğin küçük çocukların ölümü gökten yağan bombalar evlerin yerle bir edilmesi bu manzaraları göstermeden HAMAS gönderdiği teneke füzeleri İsrail’de yaşayan halkı nasıl paniklediklerini göstermiştir.

     Küresel güçlerin propagandasının başlıca görevlerinden biri militarist-Siyonist İsrail’in kusurlarını örtbas ederek süsleyip püsleyerek İsrail’in yapmış olduğu vahşetini örtbas ederek Siyonist Yahudilerin masum olduklarını Dünya kamuoyuna ülkeler halklarını kandırmak için bin bir türlü söz cambazlığına başvurmakta ve neler neler uydurmaktadır ki;  HAMAS terör örgütü saptırmaları gibi. Onlar, her yerde Filistinlerin suçlu olduğunu söylemektedir.

     Savaş suçluların Filistinler olduğu ABD, İngiltere desteğiyle Dünyanın dört tarafından gelen bu göçmen Yahudiler ve 1990 Sovyetlerin dağılmasıyla yeni gelen göçmen Yahudiler, Filistinleri  topraklarından nasıl kovulduğu ve bombalandığını göstermektedir. Bu olayları dünyada medyalarında ters görüşler yaratılmıştır. Klişeleşmiş deyimler, propaganda araçlarıyla insanların bilincine yerleştirir, böylece özgür düşünce saptırılır. Her zaman ve hep aynı duygu ve tasarımı perçinleyen bu deyimlerin derinliğine anlamı üzerinde çok düşünülemez olur.

     Bunlar olduğu gibi kabul edilir. Kendi ülkelerinde, halkı klişelerle yozlaşmış düşünmeye eğiten küresel güçlerin ajitatörlerin enformasyon ve propagandası, başlıca birkaç klişeye dayanır. Yanlış haberler, kuşkulu olayları televizyonlarda yayınlamakta, yani “hiç yoktansa, yanlış haber olması daha iyidir”  “okuyucu, dinleyici ve seyirci bilinmezlik içinde kalmayı ilkesi uygulanmaktadır.”    

     Küstahça, açıkça, kabaca büyük yalanlar. Eski, fakat klasik bir yöntem olan, yalan kullanma yöntemi bugün de propagandacılarının en sevdiği bir yanıltı aracıdır. İnsan bilincinin olur olmaz ufak tefek yalanlar değil de, her zaman, büyük ve kaba yalanları daha kolay benimsenmesi kuralına bel bağlanır. Bu kuralın, az da olsa gerçeğe dayandığını pratik hayat tanır. Bu kuralın, az da olsa gerçeğe dayandığını pratik hayatta doğrulamaktadır. Normal insan bilinci, salınan büyük bir yalanın aldatıcı olabileceğini zor kabul eder… Bu kadar da büyük yalan olmaz! Bunda bir gerçek olsa gerek, der….!

     Son yıllarda bu tür propaganda yönteminin yeniden canlanışı göze çarpmaktadır.Bu yeniden canlanan yöntem önemli politik ve kültürel alanlarda  uygulanmaya başlanmıştır.        

        İşgal Altında Filistin

   İkinci Dünya Savaşı’nda insanların çektiği korkunç ölüm makineların bertaraf ettiği ölenleri geri getirmek imkanı yoktur. Milyonlarca insanı Dünya savaşında yitirdik. Bunca insan sakat kaldı acı açlık çekti o insanlar savaşın ne kadar acı olduğunu çeken bilir çünkü ateş düştüğü yeri yakar ve yitirdiğimiz kişileri de bir daha geriye getiremeyiz,  aynı şekilde savaşta Yahudi soykırımı gibi insanın manevi bilince etki eden korkunç olayları açıklamamıza da yardım etmediği gibi.
 Yıllardır Orta doğuda sınır tanımayan İsrail, İngiliz siyasetiyle işgal edilmiş Filistin topraklarındaki işgal edilmiş ve yıllardır; her gün ölümle pençeleşen çoluk çocuk ihtiyar hasta demeden tonlarca semadan bomba yağdıran İsrail; Okul, Cami, hastane BM binalarını dahil o binalarında sığınan mazlum Filistinlilerin; hiçbir hukukunu tanımayan Filistin topraklarını açık ceza evine çeviren ve kendi topraklarından çekilen yer altı sularını bile çok gören İsrail’dir. İsrail faşizmi böylece Nazi emanetini Hitler’den aldığını tescil edildi. 
Son yıllarda, Sovyetlerin Birliğinden (Rusya) göç eden bu göçmen faşist yaratıklar Filistin topraklarının kendilerine ait olduğunu kutsal kitaplarında yazılı olduğu inancındadırlar. Bu yaratıklar Filistin’de yaşayan insanlar, bebek, genç ihtiyarı vahşice öldüren Filistinlerin evlerini taşlarını, zeytin ağaçlarını yıkan Siyonist İsrail’dir. Rusya  federasyonundan göç eden Yahudiler İsraillerin ve Filistin topraklarını darılmaktadır. Filistinliler evlerindeyken yeni gelen göçmen yayılmacıları için ilkel insanlarını aratmayacak şekilde saldırgan ve toprak ilhak etmektedir. Filistinliler yıllarca esir kamplar gibi kamplarda yaşamaktadır.

 İktidardaki hükümet bu anlayışla barışla ve işgal edilmiş toprakları bırakacağını uzak bir ihtimal çünkü savaşı sürdürmek isteyen güçler cibiliyetlerinde bu vardır, diğer insan kesiminden farklı eğitimle yetiştirildiğinden fıtratlarından/genlerinden gelen bencilliktir. Bugünkü İsrail’de iktidarı paylaşanlar.
     Bugün Ortadoğu’nun kanayan yarasında hareketle, bütün dünyayı kangrenleştirmeye başlayan ve uygarlığımızın bütün kazanımlarını tehdit eden bir duruma son vermek isteniyorsa, bütün bu oyuncuların tutumlarını kökünden değiştirmeleri gerekiyor. Bu gerçekliği dile getirmek, olmayacak bir duaya amin demek gibi, ama omuz silkip boş veremeyiz. Hem Yahudi halkının trajedisini hem Filistin halkın trajedisini hem İslam aleminin trajedisini hem Doğu Hıristiyanlarının trajedisini ve  aynı zamanda içinde Batı’nın içine düştüğü açmazı göz önünde bulunduracak bir tarihsel uzlaşmayı yürürlüğe koymak için çok mu geç kalındı? Evet bu yüzyılın başında ufuk kapkaranlık görünse de, bazı çözüm yolları inatla aranmalı.