Sodom ve Gomore
Yeryüzünde savaşlar var
oldukça ‘Sodom ve Gomore’ hiç eskimeyecek bir roman… Yakup Kadri
Karaosmanoğlu’nun ve Amin (Emin) Malouf Arapların Gözüyle haçlı seferleri gibi
bu iki önemli romanını elden düşürmemek gerekiyor. Bundan altı yıl kadar önce
Cumhuriyet’teki köşesinde Selim İleri çok güzel ve yerinde bir iş yaptı. Sodom
ve Gomore’yi yeniden okumayı gündeme getirdi, güncelliğiyle bağlantısını
kurarak…Arapların Gözüyle Haçlı Seferleri de okumak gerekir. Çünkü Batı
Emperyalizmi Gazze’de tekrar o çirkin çehrelerini gösterdi.
Nuray Mert de Radikal’deki köşesinde Sodom
ve Gomore başlıklı nefis bir yazı yazdı. (25 Temmuz 2006) Mert’in ABD
emperyalizmin ve İsrail’in Lübnan’a, Gazza’ya saldırılarına başta İslam
ülkeleri olmak üzere tepkisiz kalan tüm dünya, Tevrat’ta lanetlenmiş kentler
olarak geçen Sodom ve Gomore’ye benzetmesi tam bir teşbih-i beliği’ydi. (en
güzel benzetme)Ancak hemen belirtmeliyim ki Mert’in ılımlı İslam iktidarının
teokratik devlete dönüşemeyeceği, böyle bir tehlikenin olmadığı biçiminde
özetlenebilecek tezine Ferhat özen gibi
bende katılmıyorum. Bu yalnızca ABD çıkarlarına bağlı bir değişken…Toplumun
refleksleri haşlanmış kurbağa benzetmesinde olduğu gibi pelteleştiğine göre..
Ilımlı İslam ABD’ye yeterince hizmet edemez.
Yakup Kadri Sodom ve Gomore romanı
yazarken, düşman işgali altındaki İstanbul, böyle diyenlerden geçer. Söz konusu
roman da tam bu çürümüşlüğü anlatıyor…Yakup Kadri savaşa katılmadığı için büyük
bir eziklik içinde olan romanın baş kişisi Necdet’e söyletiyor bunu: Savaşın
tam ortasında birkaç günlüğüne İstanbul’a görevli dönen arkadaşı Dr. Cemil
Kami: “Hey, ya Rabbim! Şu zavallı
İstanbul’da az zaman içinde neler gördü? Deyince Necdet: “Bizi iliklerimize
kadar çürüttüler (s 268) diyor. Holding medyasının ve TV kanalları geçenlerde
uyguladığı görsel karartmalar, kendilerine ait kanal muhabirlerine bile
tahammülleri olmayan İngiliz BBC muhabirine ekranda saldıran Siyonist
faşistler, görsel medyada bütün Dünya seyretti.
Diğer muhabir bayan ise Gazze ve İsrail’de
gördüğü manzara için “iğrenç” bir şey demesi gerekçesiyle görevliyi Moskova’ya
sürgün ettiler. Alın size özgürlük ve Uygar Batının çağdaş
demokrasisi…Ülkemizde de bu görsel medyaya benzerleri var. Toplumumuz daha önce
algısal yanılmasıyla eğer böylesine kör edilmeseydi, bu toplum, Müslümanların
üstüne bomba yağdırılmasını, Müslümanlığın bir gereğiymiş gibi yer, yutar
mıydı?
Yakup Kadri’nin söz konusu romanında
Necdet cephede savaşanlara şöyle sesleniyor: “Siz bilmiyorsunuz. Asıl işgal,
asıl istila öbür tarafta oldu. Düşman çamurlu çizmeleriyle bizim evlerimize
kadar; “ne diyorum bizim yatak odalarımıza kadar girdi”
Bugün, düşman, çizmeleriyle değil ama TV
kanallarıyla yaydığı kültürüyle, günde 24 saat, yaklaşık 240 kanalda, 3000-4000
saat evlerimizi, bilinçaltımızı ele geçirdi. Bugün, insanın, düşünce dünyasının
yerini sembol dünyasının aldığı bir görselliğin egemenliğine girdik.
Çağdışı bilinçsiz yapıları ile kadınlar
günde 12-16 saat televizyonlarda aptalca ve geri zekalı kafa yapıları ile, çoğu
insanlarımız günde 12-16 saat televizyonlarda pembe dizi ve programlar
seyrediyor ve internette bildik sitelerde dolaşıp duruyor ya da çetleşerek
dedikodu yapıyor.
Postman’ın deyişiyle ışık hızında yayılan
görüntüler aracılığıyla teknoloji (TV’ler) kansız bir devrimi başardı. Ve
Postman “Ciddi söylemler, kıkır kıkır gülmeler arasında kaynayıp gidiyorsa,
kime ne zaman, hangi ses tonuyla şikayette bulunabilirsiniz? Bir kültürün
kahkahadan boğulmasının panzehiri nedir” diye soruyor. Ve bir soru da şu
olmalı: TV kanallarının uyguladığı karartma ve similasyon ( yalanın gerçekten
daha gerçek gösterilmesi) olmasaydı
Amerikan halkı izin verir miydi evlatlarının Irak’a, Afganistan’a ölüme
gönderilmesine?...Ve bu kadar kolay kandırılan bizim insanlarımızın da Gazze
katliamında yetkililer; halk gibi slogan
atması yerine, uluslar arası diplomasi kuralları işletilir. Ve bu kadar kolay
kandırılan bizim insanlarımızın da Amerikan seçmenlerinin de hiç mi suçu yok?
Elbette ki, en başta holding
medyasındakiler çürüdüler ve toplumu da çürüttüler. Refah ve bolluk içinde
yüzmek yerine, daha az refah ama onurlu yaşam diyemediler. Burada Fidel Castro’nun bir sözü aklıma geliyor:
“Ülkemiz insanlara maddesel zenginlik sunamayacak kadar yoksul olsa da, onlara
eşitlik duygusu insanlık onuru sunamayacak kadar yoksul değil.”
Sözü Fidel Kastro yoldaşa
getirmişken 26 Temmuz şanlı Bayramlarını kutlarım; Bir Türkiyeli Devrimci
şahsım olarak ben Küba halkının ulusal bağımsızlık ve sosyal kurtuluşu
savaşında devrim sürecinde bir dönemeç olan “26 Temmuz- Ulusal Başkaldırma”
bayramlarını, bu tarihsel günün 61. yıl dönümünü en ateşli, devrimci duygularla
selamlarım.
Ve asıl konuya gelelim: Çıkarlarını
emperyalistlerle birleştirenler; Sodom ve Gomore 1. Dünya Savaşı sonrası galip
devletlerin askerlerince işgal edilen zamanın İstanbul’undaki kitabın arka
kapağında da belirtildiği gibi, “Batı hayranı Türklerin alafarangalığa özenen
züppelerin, emperyalizmle işbirliği içindeki kesimlerin işbirlikçi
burjuvazinin” çürümüş insan ilişkilerini konu alıyor. Batı hayranlığının,
Batılı işgal kuvvetlerine yaranma yargısına dönüşmesi, işbirlikçi Türk
burjuvazisinin “rüştünü” emperyalistlere kanıtlama ve onların gözüne girme
çabaları, kokuşmuş insan ilişkileri romanda Yakup Kadri’nin o bildik pürüzsüz,
kılçıksız dil işçiliğiyle ve gerçek bir roman tadıyla veriliyor..
Yer, Bağdat, Tarih; Ağustos
1099.
Ulu kadı Ebu-Saad el
Harevi, sarıksız, kafası matem işaret ederek, el- Mustazhir billah’ın geniş
divanına bağırarak girer. Peşinde, genç yaşlı bir sürü yoldaşı (refik) vardır. Bunlar onun her
sözünü gürültülü bir şekilde onaylamakta ve tıpkı onun gibi, kazıtılmış kafanın
altında haşmetli bir sakaldan meydana gelen tahrik edici bir görüntü
sunmaktadırlar. Sarayın önde gelenlerden birkaçı onu sakinleştirmeye çalışır,
fakat onları horlar bir şekilde iten kadı, salonun ortasına doğru kararlı bir
şekilde yürür, sonra kürsüsünden konuşan bir vaizin coşkulu hitabeti içinde,
mertebeleri hiç dikkate almaksızın herkese birden nutuk çeker:
-Suriye’deki kardeşlerimizin akbabanın
miğdesinden başka oturacak yerleri yokken, siz bir çiçek gibi uçarı bir hayatın
içinde, huzurlu bir güvenliğin gölgesinde uyuklamaya nasıl cüret ediyorsunuz?
Ne kadar çok kan döküldü! Ne kadar çok güzel kız, tatlı çehrelerini utançtan
elleriyle örtmek zorunda kaldı! Yiğit, kahraman Araplar hakarete alıştılar mı
ve kahraman İranlılar şerefsizliği kabul mü ettiler?
Arap tarihçileri, vakanüvisler, bu “gözleri
yaşlarla dolduracak ve kalpleri coşturacak bir konuşmaydı” diyeceklerdir.
Konuşmayı duyan bütün oradakiler iç çekmeleri ve ağlamalarla sarsılmışlardır.
El-Haravi onlara şöyle der;
Kılıçlar savaş ateşini canlandırdığında,
insanın en kötü silahı gözyaşı dökmektir, der.
Eğer Şam’dan Bağdat’a Suriye çölünün dur
durak boyunca yolculuk yaparak geldiyse, bunun nedeni merhamet dilenmek değil
de, İslamiyet’in en üst yetkililerini inananların üstüne çöken afet konusunda
uyarmak ve onlardan katliamı durdurmak üzere zaman kaybetmeden olaya müdahale
etmelerini istemektir.
El-Harevi, “Müslümanlar hiç bu kadar
aşağılanmadılar tarihte, ülkeleri bundan önce hiç bu kadar vahşice perişan
edilmedi” diye tekrarlayıp durmaktadır. Ona eşlik edenlerin hepsi, istilacı
tarafından yağmalanan kentlerden kaçmıştır; içlerinden bazıları, Kudüs’ten
kurtulabilen çok az sayıdaki insanların arasında yer almaktadırlar. El-Harevi,
bunları otuz gün önce yaşadıkları dramı bizzat anlatsınlar diye yanında
getirmiştir.
Frenk grubu 15 Temmuz 1092 kırk günlük bir
kuşatmadan sonra mukaddes kent Kudüs şerifi Frenkler tarafından ele
geçirmiştir. Kentten sürülenler, bundan her söz ettiklerinde hala titremekte ve
sokaklara yalınkılıç dağılarak, erkekleri, kadınları ve çocukları boğazlayan,
evleri yağmalayan, camileri talan eden bu zırhlı sarışın savaşçılar sanki hala
gözlerinin önündeymişçesine, bakışları sabitleşmektedir.
Katliam iki gün sonra bittiğinde, kent
surlarının içinde tek bir Müslüman bile kalmamıştır. Bunlardan birkaçı,
saldırganların yerle bir ettikleri kapılardan dışarı süzülmek için
karışıklıktan yararlanmıştır. Başka binlercesi ise, evlerinin önünde veya
camilerin yakınında, kan göllerinin içinde cansız yatmaktadır. Bunların
arasında çok sayıda imam, ulema ve bu kutsal yerlerde sofuca bir inziva hayatı
yaşamak üzere ülkelerinden ayrılarak buraya gelmiş olan mutasavvıf dervişler vardır.
Hayatta kalabilenlerin
sonuncuları, en beter işleri yapmaktadırlar: Yakınlarının cesaretlerini
sırtlarında taşımak, onları kabirlere gömmek değil de, belirsiz yerlerde üst
üste yığarak yakmak, sonra da kendilerinin katledilme veya köle olarak satılma
sıralarının gelmelerini beklemek.
İslam alemi ile Batı arasındaki bin yıllık
bir husumetin başlangıç noktasını meydana getiren Kudüs’ün yağmalanması, o
sıralarda hiçbir silkinmeye yol açmayacaktır. Arap dünyasının istilacıya karşı
seferber olması ve Şam kadısı tarafından halifenin divanında ortaya atılan
cihat çağrısını direnme hareketinin ilk yüce eylemi olarak selamlaması için
yaklaşık yarım yüzyıl geçmesi gerekecektir.
Frenklerin Suriye’ye geldiklerinde
yarattıkları izlenimi iyi özetleyen, iltifatsız bir yargı: Kültür yönünden çok
üstün, ama her tür mücadeleciliğini kaybetmiş bir Arap milletinin, kolaylıkla
anlaşabilir kaygı ve küçümseme karışımı. Türkler, Batılıların yamyamlığını asla
unutmayacaklardır. Onların destan edebiyatının tümü boyunca, Frenkler hep insan
yiyen kişiler olarak tasvir edileceklerdir
HABER VERME BİÇİMİNDE HABERSİZ KILMA
Bir bakıma, “haber verme biçiminde
habersiz kılma” bir karşıtlıkmış gibi gelmekle beraber, yanıltıcıların
kullandığı bol “haberler” yalan-dolan denemesinden başka bir şey değildir.
Görünüşte bol ve geniş kapsamlı haberler arasında dünyanın görüntüsünü
değiştirebilecek, bir olayı ters açıdan aydınlatacak, şu veya bu kanıtı
değiştirecek olanlar seçilip sunulur. Bir düşünce,sözsüm ona “apolitik haber”
biçiminde insanların bilincine öylesine sinsice yerleştirilir ki, okuyucu,
dinleyici veya seyirci, bu saptırmanın farkında olmaz ve artık “düşünce
makinesi ” her fısıltı ile onun dikkat ve düşüncesini kapitalistin, küresel
güçün istediği yöne çevirebilir.
“Apolitik veya saf-arı haber” kavramı da
kendiliğinden bir politik saptırma türüdür. Özellikle de bu, propaganda
amacıyla kullanılırsa tam bir politik saptırma türüdür. Küresel güçlerinden
İngiliz resmi görsel medyası BBC, İsrail’in Filistin Gazze saldırısıyla ilgili
yanlış ve taraflı yayın yaptığını görülmüştür. Bu tek yanlı yalan haber geçen
hafta İngiltere’de Demokratik kitle örgütleri tarafından protesto edildi. BBC
“Filistin/Gazze’de bir şey olmamış” gibi örneğin küçük çocukların ölümü gökten
yağan bombalar evlerin yerle bir edilmesi bu manzaraları göstermeden HAMAS
gönderdiği teneke füzeleri İsrail’de yaşayan halkı nasıl paniklediklerini
göstermiştir.
Küresel güçlerin propagandasının başlıca
görevlerinden biri militarist-Siyonist İsrail’in kusurlarını örtbas ederek
süsleyip püsleyerek İsrail’in yapmış olduğu vahşetini örtbas ederek Siyonist
Yahudilerin masum olduklarını Dünya kamuoyuna ülkeler halklarını kandırmak için
bin bir türlü söz cambazlığına başvurmakta ve neler neler uydurmaktadır ki; HAMAS terör örgütü saptırmaları gibi. Onlar,
her yerde Filistinlerin suçlu olduğunu söylemektedir.
Savaş suçluların Filistinler olduğu ABD,
İngiltere desteğiyle Dünyanın dört tarafından gelen bu göçmen Yahudiler ve 1990
Sovyetlerin dağılmasıyla yeni gelen göçmen Yahudiler, Filistinleri topraklarından nasıl kovulduğu ve
bombalandığını göstermektedir. Bu olayları dünyada medyalarında ters görüşler
yaratılmıştır. Klişeleşmiş deyimler, propaganda araçlarıyla insanların
bilincine yerleştirir, böylece özgür düşünce saptırılır. Her zaman ve hep aynı
duygu ve tasarımı perçinleyen bu deyimlerin derinliğine anlamı üzerinde çok
düşünülemez olur.
Bunlar olduğu gibi kabul edilir. Kendi
ülkelerinde, halkı klişelerle yozlaşmış düşünmeye eğiten küresel güçlerin
ajitatörlerin enformasyon ve propagandası, başlıca birkaç klişeye dayanır.
Yanlış haberler, kuşkulu olayları televizyonlarda yayınlamakta, yani “hiç
yoktansa, yanlış haber olması daha iyidir”
“okuyucu, dinleyici ve seyirci bilinmezlik içinde kalmayı ilkesi
uygulanmaktadır.”
Küstahça, açıkça, kabaca büyük yalanlar. Eski, fakat klasik bir yöntem
olan, yalan kullanma yöntemi bugün de propagandacılarının en sevdiği bir
yanıltı aracıdır. İnsan bilincinin olur olmaz ufak tefek yalanlar değil de, her
zaman, büyük ve kaba yalanları daha kolay benimsenmesi kuralına bel bağlanır.
Bu kuralın, az da olsa gerçeğe dayandığını pratik hayat tanır. Bu kuralın, az
da olsa gerçeğe dayandığını pratik hayatta doğrulamaktadır. Normal insan
bilinci, salınan büyük bir yalanın aldatıcı olabileceğini zor kabul eder… Bu
kadar da büyük yalan olmaz! Bunda bir gerçek olsa gerek, der….!
Son yıllarda bu tür propaganda yönteminin
yeniden canlanışı göze çarpmaktadır.Bu yeniden canlanan yöntem önemli politik
ve kültürel alanlarda uygulanmaya
başlanmıştır.
İşgal Altında Filistin
İkinci Dünya Savaşı’nda insanların çektiği
korkunç ölüm makineların bertaraf ettiği ölenleri geri getirmek imkanı yoktur.
Milyonlarca insanı Dünya savaşında yitirdik. Bunca insan sakat kaldı acı açlık
çekti o insanlar savaşın ne kadar acı olduğunu çeken bilir çünkü ateş düştüğü
yeri yakar ve yitirdiğimiz kişileri de bir daha geriye getiremeyiz, aynı şekilde savaşta Yahudi soykırımı gibi
insanın manevi bilince etki eden korkunç olayları açıklamamıza da yardım
etmediği gibi.
Yıllardır Orta doğuda sınır tanımayan İsrail,
İngiliz siyasetiyle işgal edilmiş Filistin topraklarındaki işgal edilmiş ve
yıllardır; her gün ölümle pençeleşen çoluk çocuk ihtiyar hasta demeden tonlarca
semadan bomba yağdıran İsrail; Okul, Cami, hastane BM binalarını dahil o
binalarında sığınan mazlum Filistinlilerin; hiçbir hukukunu tanımayan Filistin
topraklarını açık ceza evine çeviren ve kendi topraklarından çekilen yer altı
sularını bile çok gören İsrail’dir. İsrail faşizmi böylece Nazi emanetini
Hitler’den aldığını tescil edildi.
Son yıllarda, Sovyetlerin
Birliğinden (Rusya) göç eden bu göçmen faşist yaratıklar Filistin topraklarının
kendilerine ait olduğunu kutsal kitaplarında yazılı olduğu inancındadırlar. Bu
yaratıklar Filistin’de yaşayan insanlar, bebek, genç ihtiyarı vahşice öldüren
Filistinlerin evlerini taşlarını, zeytin ağaçlarını yıkan Siyonist İsrail’dir.
Rusya federasyonundan göç eden Yahudiler
İsraillerin ve Filistin topraklarını darılmaktadır. Filistinliler evlerindeyken
yeni gelen göçmen yayılmacıları için ilkel insanlarını aratmayacak şekilde
saldırgan ve toprak ilhak etmektedir. Filistinliler yıllarca esir kamplar gibi
kamplarda yaşamaktadır.
İktidardaki hükümet bu anlayışla barışla ve
işgal edilmiş toprakları bırakacağını uzak bir ihtimal çünkü savaşı sürdürmek
isteyen güçler cibiliyetlerinde bu vardır, diğer insan kesiminden farklı
eğitimle yetiştirildiğinden fıtratlarından/genlerinden gelen bencilliktir.
Bugünkü İsrail’de iktidarı paylaşanlar.
Bugün Ortadoğu’nun kanayan yarasında
hareketle, bütün dünyayı kangrenleştirmeye başlayan ve uygarlığımızın bütün
kazanımlarını tehdit eden bir duruma son vermek isteniyorsa, bütün bu
oyuncuların tutumlarını kökünden değiştirmeleri gerekiyor. Bu gerçekliği dile
getirmek, olmayacak bir duaya amin demek gibi, ama omuz silkip boş veremeyiz.
Hem Yahudi halkının trajedisini hem Filistin halkın trajedisini hem İslam
aleminin trajedisini hem Doğu Hıristiyanlarının trajedisini ve aynı zamanda içinde Batı’nın içine düştüğü
açmazı göz önünde bulunduracak bir tarihsel uzlaşmayı yürürlüğe koymak için çok
mu geç kalındı? Evet bu yüzyılın başında ufuk kapkaranlık görünse de, bazı
çözüm yolları inatla aranmalı.