Sayfalar

   Tarihe ve Bilime Yön Verenler:
Derleyen Sadettin Noyan
        
                        UYGARLIKLARIMIZIN YÜKSELİŞİ VE DÜŞÜŞÜ


İslam uygarlığı ve Aydınlanma: Antikçağ’ın kapanışının ve Roma’nın dağılışından sonra yükselişe geçen feodal devletler içinde en hızlı ve en etkin gelişme gösteren devlet, H.z Muhammed’in önderliğinde ve İslam bayrağı altın da kurulan İslam İmparatorluğuydu. İslam Devleti, sadece Arap Yarımadası’ndaki Arap kavimlerini birleştirmekle kalmadı, aynı zamanda kısa bir süre içinde Hindistan’dan Cebelitarık Boğazı’na kadar uzanan geniş bir coğrafyada, İslam dinin bayrağı altında büyük bir uygarlık da kurdu.
Prof. Dr. Server Tanilli’ye göre İslam’ın Altın Çağı olarak nitelendirdiği döneme ilişkin övgüler, Müslümanların göğsünü kabartacak niteliktedir:
(…) İslam, VIII. yy’.dan başlayarak yükselişe geçer; XII. yy’.da doruğundadır. XIII. yy’.dan başlayarak bir geri çekiliş içindedir. Aslında XIII.yy’.da liderliği yitirmiştir; en korkunç kaybı XVIII. yy’.dadır. Der, 7. ve 8.yüzyıllarda İran’dan İspanya’ya kadar uzanan çok geniş İslam fetihleri sırasında Müslümanlara güçlü bir akılcılık ve eşitlik ruhuna erişti.
      Me’mun edebi ilimlerde derin bir bilgiye sahip iken, sonradan felsefeye daldı. Bu bilimlerde de çok kuvvetli bir yer tuttu. Fakat akli ilimler böyle ilerledikçe Mutezile mezhebi de evvelkinden daha çok yayılmaya başladı. Mutezile mezhebine göre; “Kul, kendi yaptığı işi yaratır. Kuran ise mahluktur” derler.
     O günün kültürel iklimini anlamak bakımından aktarılan aşağıdaki örnek çok önemlidir.
     Akıl, birey, insan iradesi ve ölüm düşüncesi ekseninde oluşan bu felsefenin kökeni, İskenderiyeli  filozof Plotin’e kadar gitmekteydi. Bu düşünce, bir yandan bireyin sınırsız ahlaksal sorumluluğunu vurguluyor, yani özden yoksun dinsel ritüellerin yüzeyselliğini eleştiriyor, diğer yandan da “evrenin bilimsel akılla keşfedebileceğini” öne sürüyordu.
     Bu çerçevede Mutezile, hem “evrenin sonsuz” olduğunu hem de “Kuran’ın da yaratıldığını ve mutlak olmadığını” ileri sürüyordu. Mutezileye göre “özgür olamayan insan etkinliği haramdı”. Tanrının yüceliği doğanın her alanında keşfedilmeliydi, bu nedenle de bilimsel etkinlikten korkulmamalıydı”.
        “Bağımsızlaşan” anlamına gelen Mutezile 10. ve 11. yüzyılda  çok sayıda bilim adamını ve filozofu etkisi altına almıştı. Ebul’l-Huzeyl, İbrahim Nazzam , Hayat, Cahiz, Ebu’l Maari, Fahreddin Razi, Seyid Şerif Cürcani, Sadüddin Taftazani, İbin Sina ve Nasirüddin Tusi, bunların sadece birkaçıdır. Daha sonra bu akım Endülüs’te İbin Bacce ve İbn Rüşd üzerinden Batı’yı da etkisi altına alacaktı. Batı’nın 12. ve 13. yüzyıllarında yaşayan R. Bacon, Thomas Aquin gibi ünlü ilahiyatçı ve bilim adamlarını en çok etkileyen de bu İslam akım olmuştu.
     Mutezile mezhebine olan el-Me’mun, büyük Arap devriminde, ikinci bir devrim gerçekleştirerek 827 yılında Mutezile mezhebinin  devlet dini haline getirmişti. Kimi tarihçilere göre bu adımla el-Me’mun, çeşitli mezheplere bölünmüş olan Müslümanları ortak çatı altında birleştirmeyi amaçlıyordu.
 Farklılıklara ve kültür mirasına Saygı Prof. Dr. İlber Ortaylı şöyle der; Endülüs İspanyası’nı “beşeriyet tarihinin en büyük gelişme gösterdiği zaman ve mekanlardan biri olarak niteleyip, evrensel kültür mirasına saygılı davranmanın önemini şöyle ima ediyor “…üstelik üç dinin mensuplarının bu derecede verimli bir biçimde kaynaştığını başka bir dönem ve yer Dünya’da görülmez. Bununla birlikte Doğu-Batı arasındaki bağnazlığın da örtülü olarak en çok yaşadığı bölgedir. Kurtuba mescidinin bugünkü hali bunun bir göstergesidir. Rönesans’ı gerçekleştirdik. Sonra atomu parçaladık. Yakılan kitapların hepsi elimizde olsaydı, şimdi galaksiler arasında geziyorduk” demiş.   
  

Elhamra Sarayından detaylar          
Arap Mimarisinde Elhamra’daki birbiriyle bağlantılı sayısız oda ve salon, bezemeleriyle müthiş hayranlık uyandırıyor.



       
    O dönem insanın bir yandan kendini tanımlarken oluşturduğu, öte yandan yaşadığı toplumda üstlendiği rolleri ile tanımlanırken farkına varmadan kazandığı algılama biçimleri, kuşkusuz bizim bugünkü dünya ve sistem içinde kendimize dair algılamalarımızdan farklıydı.
     Ancak bu sözlerimizden saf materyalist düşüncenin o dönemde hiç olmadığı gibi yanlış bir kanıya varılmamalıdır. Dönemin bütün büyük kentlerini süsleyen dehrileri (materyalistleri). Kendilerine biraz saygı biraz korku duyulan marjinal tipler olarak karşımıza çıkmaktadır. Dehriler ve aykırılar siyasi sistemi rahatsız etmediği sürece saraylarda bile ağırlanır; matematik, tıp ve mimari alanlarında onların ürettiği bilimden istifade edilirdi.

     O günün kültürel iklimini anlamak bakımından aktarılan aşağıdaki örnek çok daha belirgindir. Endülüs İspanyası’ndan Bağdat’a giden bir din adamı orada yaşadıklarını, yakınlarına şöyle anlatmaktadır:
     “İki kez toplantılara katıldım, ama üçüncüsüne gitmeye çekindim. Neden derseniz? Düşünün bir kez, ilk toplantıda koyu (Ortodoks) Müslümanların ve ana ilkelerden farklı düşünen (Heteredoks) Müslümanların yanı sıra, ateşe tapanlar, materyalistler, ateistler, Yahudi ve Hıristiyanlar, kısacası, her çeşit dinsiz vardı.
    Her mezhebin özgün görüşlerini savunan bir konuşmacısını bulunuyordu ve bunlardan birinin önderi, kapıdan içeriye girdiğinde herkes saygıyla ayağa kalkıyor ve mezhebin başı, yerine oturmadan kimse yerinden kımıldamıyordu. Salon neredeyse tıka basa dolmuşken dinsizlerden biri söz aldı ve şöyle konuştu ’Bilimsel konularda tartışmak amacıyla toplanmış bulunuyoruz, herkes önkoşulumuzu biliyor.
     Siz Müslümanlar, kendi din kitabınızdan alınmış ya da peygamberinize dayanan sözlere başvurarak, bize karşı kanıtlar getirmeye kalkışamazsınız, çünkü biz ne söz konusu  kitabınıza ne de peygamberinize inanıyoruz; buradaki herkes yalnızca insanın akıl ve mantığında temellendirilebilen nedenlere dayanabilir’ dedi.
 Bu sözler, genel olarak alkışla karşılandı. Bu ve benzeri sözler duyduktan sonra böyle toplantılara neden katılmak istemediğini artık siz de anlarsınız. Başka bir toplantıya gitmeye beni ikna ettiler; dayanamadım gittim, gene aynı skandalla karşılaştım.”
   
        Bağdat’ta yönetim “Umera” denilen, İhvan-üs Safa derneklerine dayanan sufilerin elindeydi. İslamiyet’in başkentindeki bu özgür ortam, İran’dan Türkistan’a ve Endülüs’e kadar birçok yerde yankılarını buldu. Bu dönemde, “Dinlerin Eleştirisi”  adları altında felsefi eserlerin yayınlanması bile mümkün oldu.

Arap alemi bugün, elli yıl önce yüzyıl önce, hatta bin yıl önce tahammül şeyleri hoş göremiyor. Kahire’de 1930’da yayınlanan bazı kitaplar bugün dine aykırı oldukları gerekçesiyle yasaklanıyor; 9. yüzyılda, Bağdat’ta Abbasi halifesinin huzurunda, Kuran üstüne yapılan bazı tartışmalar, bugün herhangi bir İslam şehrinde, hatta bir üniversitede bile düşünülemez hale gelmiştir…

SAVAŞTA DOĞAL YIKIMLA MÜCADELEDE DEVLET VE İNSAN

SAVAŞTA DOĞAL YIKIMLA MÜCADELEDE DEVLET VE İNSAN
1Eylül Dünya Barış günü
Dünya üzerinde oluşan Devletlerin sınırları çizilmiş olsa ayrı da olsa o ülkelerde dilleri ve inançları farklı olsa bile, insanlar kara günlerinde birbirlerine sadece akraba
lık yada komşuluk borcu nedeniyle yardım etmemelidirler. Dayanışma ve bu ilkeyi bütün Dünya insanları benimsemelidir. Örneğin bir süre önceki Irak’ta yaşanan dram İç savaş nedeniyle zarar gören halklar, Türkiye İlaç, gıda maddeleri çadır göndermiştir.

Türkiye insanları, kendi deneyimleri ile zaman zaman geçirdiği deprem, su baskını ve sel, kuraklık, toz fırtınası ve kar fırtınası gibi doğal yıkımların insanlara ne denli acı ve kayıp verildiğini bilirler. Komşulardan gelen mülteci akımı mücadelede asıl yükü kendi üzerine almıştır. Keza 1999’a ülkemizde depremden dolayı Doğal yıkımlar sonucunda depremde ABD’den daha çok yardım eden Irak hükümeti olmuştu. Dünya sorunları Savaşlarla değil masa başında çözüm aranmalıdır. Çünkü savaşın sonuçlanması için yine de barışı masada çözümlenir. Netice itibariyle sorunlar masa başında çözümlenir. 1 EYLÜL DÜNYA BARIŞ GÜNÜDÜR YAŞASIN BÖLGELER BARIŞI VE DÜNYA BARIŞI. Barış içinde bir arada yaşamak güzel bir duygudur.
MUSTAFA KEMAL MARDİN’DE PAŞA OLDU.

     Mustafa Kemal, Defalarca silah arkadaşlarına Mardin’de Paşa olduğunu ve gurur duyduğunu anlatmıştır. Atatürk Mardin’de paşa olmuş. Genç bir albay olarak geliyor Mardin’e ve ardından kendisine paşa olduğuna dair resmi tebliğ… Bu durumu hiç unutmuyor ve pek çok yerde bu hatırasını anlatıp, diyor ki:
“- Mardin... Mardin, benim paşa olduğum yer!”
Atatürk Mardin’e bir de arkadaşları ve erkânı ile birlikte 1917’de geliyor. Hicaz Cephesi Kuvvetleri Komutanlığına atanmış o tarihlerde.
Mardin halkı ve eşrafı Atatürk’ü coşkulu bir şekilde karşılayıp çok güzel ağırlıyorlar.



     Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde, bugünkü Türkiye toprakları çeşitli İtilaf orduları arasında paylaşırken ve Versailles’da ya da Sevr’de toplanan Batılı güçler duygusuz biçimde insanlara ve topraklara sahip olurken, Osmanlı ordusunun bu subayı galiplere hayır deme cesaretini göstermiştir. Birçokları karşılaştıkları haksızlıklardan yakınırken, Mustafa Kemal Paşa silaha sarılmış, ülkesini işgal eden yabancı birlikleri salgıncıları kovmuş ve diğer güçleri tasarılarını gözden geçirmek zorunda bırakmıştır.
 



Mustafa Kemal Paşa (Atatürk) İzzet Paşa’yı karşılıyor. Mardin Osmanlı döneminden bir yavru sarayda. Alman Karargâhı.


   Bu ender rastlanan tutum, hem yenilmez olarak ün salmış düşmanlarına direnme gözü pekliğini sergilemesi, hem de bu savaşımdan galip çıkması onun meşruiyetin         kazanmasına yol açmıştır. Osmanlı hanedanına son verir, halifeliği kaldırır, din ile devlet işlerini birbirinden ayırır, sıkı bir laik sistem kurar, halkından Avrupalaşmasını ister, Arap alfabesinin yerine Latin alfabesini koyar, erkeklerin sakal tıraşı olmasını, kadınlarınsa peçelerini çıkarmasını zorunlu kılar, kendi başındaki geleneksel başlık yerine Batı tarz şık bir şapka kullanmaya başlar. Halkı da onu izlemiştir.
       Çok da şikayet etmeden, gelenekleri ve inanışları altüst etmesine izin vermiştir. Neden? Çünkü halkını tekrar gururlandırmıştır. Halka haysiyetini geri veren kişi ona pek çok şeyi kabul ettirebilir. Gerçek şudur ki benim düşüncem sorulsa her iki alfabe konulabilirdi, böylece insanlarımız geçmiş kültürden de kopmazdı.
          Bu dönemde Yakubi Süryani Şakir Efendi’nin Kemalist hareketle ilişiğinin olup olmadığını bilmiyoruz. İlyas Efendi’nin 23 Nisan 1920’de Ankara’da TBMM açılırken yapılan törende hazır bulunduğu ve Meclis’in açılışı için yapılan duaya katıldığı belirtilir. Ki doğru değildir. Patrik Efendi ile M Kemal’in yakın ilişkisi bu tarihten sonra başlamış olmalıdır. Ancak Mustafa Kemal’in Mart 1917’de Mardin’e gelince henüz patriklik makamına oturan İlyas Şakir Efendi ile tanışmış olmaları da ihtimal dahilinde olmakla birlikte bu konuya ilişkin elimizde bir kanıt yoktur. Papaz Gabriyel Akyüz’ün belirttiğine göre, İlyas Şakir’in Mustafa Kemal ile dostane ilişkiler vardır, ve henüz Türk Kurtuluş Savaşı kazanılmadan, Temmuz 1922’de TBMM Başkanı ve Başkumandan Mustafa Kemal Paşa’ya Ankara’da bizzat ziyaret ettiği söylenmektedir. Ancak, bu ziyaretin nerede ve nasıl gerçekleştiği ve neler konuşulduğu hakkında ise şu anda hiçbir bilgiye  sahip değiliz. Mustafa Kemal ile İlyas Şakir Efendi arasında gerçekleşen ilk ve tek görüşme, İlyas Şakir’in Şubat 1923’te Ankara ziyareti sırasında olmuştur…(Makalelerle Mardin, Sayfa 284)    
 
     İslam alemindeki pek çok lider ülkesinde, Türkiye örneğine öykünmeyi düşledi. Afganistan’da 26 yaşındaki gencecik kral Emanullah 1919’da tahta geçti ve Mustafa Kemal’ın izinden gitmek istedi. Ordusunu işgalci İngiliz birlikleri üstüne sürdü ve ülkesinin bağımsızlığının tanınmasını sağladı. Bu şekilde kazandığı saygınlıktan güç alıp iddialı reformlara girişti, çokeşliği ve peçeyi yasakladı, erkek ve kız çocuklar için modern okullar açtı, özgür basının ortaya çıkmasını destekledi. Bu deneyim on yıl sürdü, 1929’da Emanullah kendisini dinsizlikle suçlayan gelenekçi liderlerin komplosuyla tahttan indirildi. 1960’ta Zürih’te, sürgünde öldü.
  

 Devrik İran Şahı

     İran’da Rıza Şah’ın girişimiyse daha uzun süreli oldu. Mustafa Kemal’a hayran bir kişi ve tıpkı onun gibi subay olan Rıza Şah kendi ülkesinde aynı modernleştirici deneyimi gerçekleştirmek istiyordu; ama en sonunda gerçek bir kopma sağlamayı başaramayıp Avrupa tarzı bir cumhuriyet yerine yeni bir hanedanı, Pehlevi hanedanını kurmayı yeğledi ve bir bağımsızlık çizgisi izlemek yerine güçler arası çelişkilerden yararlanmaya çalıştı. Kuşkusuz model aldığı kişiyle aynı yeteneklere sahip değildi, ama hakkını da yememek için şunu da belirtmekte yarar var, petrolün bulunmasından sonra Batılı güçlerin İran’ı kendi haline bırakması pek de olası değildi. Handan, iktidarı korumak için İngilizlerle, ardından da Amerikalılarla, yani İran halkının refah ve onurunun düşmanı olarak gördüğü ülkelerle ittifak yaptı.

     Şahın “Beyaz Devrim”i Ne Getirdi?
    Geçmişte, Emperyalizme bağımlı ve kapitalist yoldan gelişmeye çalışan bir ülke olan İran, emperyalizmin savunucularınca uzun yıllar kapitalist yoldan kalkınmanın gelişmekte olan ülkeler için nasıl muazzam mucizeler yaratabileceğine örnek olarak gösterilmiş bir ülkedir. Kapitalist Burjuva basını geçmişte yıllarca Şah’ın beyaz ve kansız devrimi’ni öve öve bitirememişti.
     Bilindiği gibi yurtsever bir politika izlemeye çalışan Başbakan Musaddık’ın 1953’te CIA tarafından düzenlenen bir darbeyle devrilmesinden sonra, İran’da emperyalizmin yanlısı bir baskı rejimi kuruldu.

     Mustafa Kemal örneğinin tersi bir örnek bu, Düşman güçler tarafından korunduğu düşünülen birinin meşruiyeti kabul edilmez ve giriştiği her iş değersiz görülür;  ülkeyi modernleştirmek istiyorsa, halk modernleşmeye karşı çıkar; kadınları özgürleştirmeyi hedefliyorsa, sokaklar protestocu çarşaflarla dolar. (Şah dönemi)

     Pek çok sağduyulu İran’da reform başarısızlığa uğramıştır, çünkü nefret edilen bir iktidarın imzasını taşıyordur! Bunun tersine, pek çok akla aykırı eylem de alkışlanmıştır, çünkü savaşçı meşruiyetin damgasını taşıyordur! Öte yandan, bu durum bütün dünya için geçerlidir; bir öneri oylanırken, seçmenler önerinin içeriğindense, onu temsil eden kişiye güvenip güvenmediklerine göre kararlarını verirler. Pişmanlıklar, tartışmalar ancak sonradan devreye girer.