Sayfalar


Mardin’de ilk evimiz. Sadettin Noyan. Babam, M. Nezir,  Halam ve Arap atı
                                      
                      
                MARDİN’DE   ARAP ATI  ASALETİN DÖRT NALI

 
   Eskiden, at Şehirlilerin ve köylülerin refahını belirten bir sembol olarak kabul ediliyordu. Mardin bölgesinde çeki vasıtası olarak yola ve bakıma attan çok daha dayanaklı olan katır kullanılırdı. Engebeli bir alan olan Mardin’de uzun mesafeli dağlık alanlarda katırcılıkla taşıma yapılır.  

        
      Birçok kişi dünyadaki en güzel at soyunun Arap atı olduğu konusunda birleşir. Gerçekten de evcileştirilmiş atların en eskisi ve en safkanı olan Arap atı son derece alımlı ve zarif bir hayvandır.  Öbür soylara oranla biraz daha küçük yapılı olan Arap atının sırtı kısa, kafası küçüktür. Gözleri iri ve fırlak, çok duyarlı olan burun delikleri geniştir. Bu yüzden yandan bakıldığında burun kemeri hafifçe içeri çökük gibi görünür. Ortalama Cidago yüksekliği 150 santimetredir.

      Hareketleri çok yumuşak, soylu ve zarif olan bu at yürür ya da koşarken kuyruğunu bayrak gibi havada tutar. Kendi soyundan gelen safkan İngiliz atı kadar hızlı değilse de, dayanaklığı ve zekâsı bütün öbür soylardan daha yüksektir. İ.Ö.5000 Yıllarından beri var olduğu sanılan ve bütün hafif atların atası kabul edilen Arap atının kökeni konusunda gerçekler ile efsaneler birbirine karışmıştır. Gene de, bu atın İ.S. 7.yüzyıl da Arabistan’da yetiştirildiği kesindir. İ.Ö. 1.000 Yıllarında yetiştirilen ve büyük olasılıkla Libya atının soyundan gelen Asur, Yunan ve Mısır atları Arap atına çok benzediği için bu atında aynı soydan geldiği düşünülmektedir.

      Geçmişte İngiliz at yetiştiricileriyle Mardinli Arap atı yetiştiricileri aralarındaki diyaloğ hayli geliştiğini söylenmektedir. Bunlardan biri alim ve hattat olan anadili Arapça Tevfik Aşiroğlu olduğunu yaptığımız araştırma sonucundan anlaşılmıştır.   

     Günlerden bir gün Türkiye Suriye sınırı koruyan Jandarma ile kaçakçılar  arasında çatışmada  ağır yaralanan kaçakçı atından düşer, atı Masius’a yol kat eder Haris/Munezil köyüne varır, kaçakçıların akrabalarına şöyle haber verir; At şaha kalkar ve kişner, köylüler; atı takip ederler, sahibinin yaralı kaldığı mayın tarlasına götürür, sınırın tampon bölgesinde yaralı yatan kaçakçıya ilk yardımı yapılır ve böylece at sayesinde yaralı kurtulur. Asil at görevini bu şekilde ifa etmiştir. Derler. Araplarda bir deyim var; “ Asil at hiçbir zaman sahibini ihanet etmez.” Derler.        


MARDİN’DE SİLSEL (SELSEBİL/ÇEŞMEDEN AKAN SU) SAFSATASI

Silsel Proje safsatası 14. 05.2012 tarihinde Mardin ile ilgili proje; Arapça kelimeleri Süryanileştirildiği gibi, bütün alem Haberturk ulusal t.v de saat 18.15’te Balçiçek sunucu, Sinetek kısa metrajlı film yapımcısı Kutluğ Ataman’la yapılan söyleşide konuyla ilgili paradoks ve Mardin halkıyla ilgili gayri ahlaki yöntemlere başvuruldu.
      Konu; Sözde Süryani mahallesinde adlandırılan bugünkü D.Bakır kapı mahallesinde Nasra  Hindioğlu evinde düzmece ve astarı olmayan söyleşide türkuaz şeklinde hırka üzerinde göğü sembol edecek şekilde tahta baskıdan motif tasarlarmış güya. Amaç Süryaniler, zulümden baskıdan dolayı, yazın sıcaktan avlularda damlarda yatmadıklarından bu gök hasretini bu motifle tavanlarda asarlarmış, bu gök hasreti şu anda yapılmakta olan sinsel projesinin bir ürünüdür demekteler.

       Bu motif çizilmenin amacı: Vaktiyle Mardin’de can güvenlikleri olmadığından yazın damlarda yatamıyorlarmış. Tarih boyunca Mardin’de herkes yazın evin damlarında taht denilen ahşaptan yapılma yerde  yataklar serilir yatılır. İddialarına göre öyle karanlık günler geçirmişlerdir ki telliklerini çıkartıp sokaklarda yalın ayakla dolaşırlarmış, ne güzel bir proje bu safsatayla; onların sayesinde Kutluğ Ataman da Avrupa’dan çekeceği film senaryosundan belki bir Nobel ödül alır onlara da minnet borcunu bu şekilde öder, al gülüm ver gülüm misali onlarda proje karşılığını alırlar bir taşla iki kuş vururlar. Kutluğ Ataman ifadesine göre “bana bunları anlattıklarında inandım ve araştırmaya gerek görmedim.” Demektedir neden?.

   Kutluğ Ataman kimdir? 12 Eylül’den önce Sinematek kısa metrajlı film yapımcısı. Mardin’de kırk millet var bu zulmü kimler yapmış acaba açıklasınlar!
1-        Bu olay hangi tarihlerde oldu? Yakın dönemde mi? Yoksa Osmanlı döneminde?
2-        Mardin’de hiçbir zaman yoğun oldukları Yakubi Süryani mahallesi yoktur
3-        Diyarbakırkapı (Bap ıl Meşkiyye)  adlandırılan mahalle Ermenilerin ve Meşkevi denilen aşiretin, halkın, yoğun oldukları mahalleydi, baltayı yine taşa vurdular, çünkü tehcirden sonra belki birkaç aile Ermenilerden boşalan evlere Yakubilere geçmiş olabilir. Bu  Yakubi Süryaniler için olasılık hesabıdır.
4-        T.C Başbakanı Recep Tayip Erdoğan bundan birkaç yıl önce Mardin’de yaptığı bir ziyaret esnasında Nasra teyzeyle yapılan konuşma torunlarından biri Anneannesi Süryanice konuştuğunu söyledi oysa Nasra Arapça anadilinden başka bir dil bilmez tercümeyi yapan şahıs neden Arapça söylemedi? Süryanice söyledi açıkça yalan söylemiştir. Başbakan Mardin’de Nasra’ya ödül verdiğinde devlet memuru olan bir yetkili torununa soru sorar “Anneannen  hangi dil konuştu?”  Torunun yanıtı ilginçtir; Arapça söylemesi gerekirken Süryanice söyledi, neden Arapça yerine,  Süryanice konuştuğu propagandası yapıldı? Halbuki Hıristiyan hiçbir Mardinli Süryanice bilmiyor…
5-        Kutluğ Ataman’ın Mardin ziyaretinde televizyonda yaptığı konuşma hakkında  neden araştırmayı gerek görmedi? Yakubilerin İddialarına bakılacaksa sinsel Arapça olmayıp Aramice olduğunu ifade edildi.
   Yakubiler, bu tür kaba yanıltmalarla bir taşla birkaç kuşu birden vurmak isterler. Birincisi, kendilerini 5500 yıldan beri buralarda (Mardin tepesinde) olduklarını. İkincisi, “geçmişten günümüze kadar Mardin uygarlığının mirasçısı” olduklarını ileri sürmekteler. Üçüncüsü de bu kültürü kendilerine özgü olduğunu yaygarasında bulunmaktalar.


Mezopotamya’daki Yakubi-Süryani Topluluklarına ait köy kiliselerinin Yakubi-Süryani sanat ve mimarisinin yoksulluğu göstermektedir.

   İlgiyi çekmek için kadim Süryaniler sıfatını kendilerine yakıştırmaktalar. Kendilerine özgü ve Süryani mahallerin Mardin’de olduğu, Süryani şehri izlenimi vermekteler ve şehirde onlardan başka kimse yaşamadığı propagandasında bulunurlar. Herkes bilmektedir ki Mardin halkını oluşturan topluluk Arap Halkı olduğunu, ve eski Türkiye Cumhurbaşkanı İsmet ününü hatıralarında yerli ahalinin Arap olduğunu yazılıdır. Ve Ermeniler, Mardin’de sanatkar konumundadır. 19. yüzyılda görkemli binaları yapımında damgaları vardır.
Telkâri sanatı icra eden Süphi ıl Halip (Hindioğlu) hakkında Tomas Çerme şöyle demektedir; “kuyumculuk sanatını ben ona öğrettim,”
Kuyumculuk sanatında yapılan Telkari işlemesi Yakubi Süryanilere mal edilmektedir. Halbuki bu sanat Sümer topluluklara ait olduğu kanıtlanmıştır.[1] Süryaniler de Avrupa’da sıklıkla “Suriyeli Hıristiyanlar olarak adlandırılır. “Keldan veya Asuriler, isimleri herhangi bir ayırtma gitmeden aynı halk için kullanılır. Dilleri, dinleri, medeniyetleri ve gelenekleri birdir. Birbirinden ayrı değildir. Fakat aralarında Hıristiyanlık yayılınca, putperestliği anımsatan her şeyden nefret ettikleri için Asuri-Keldani isimlerini terk ettiler.
  
      Zira o dönemde Keldan adı müneccimlik ile eşdeğer hale gelmişti. Bu yüzden kendilerine Doğulular, kiliselerine de Doğu Kilisesi adını verdiler. Ancak Süryani ismi dışardan Avrupalılar tarafından Yakubi Süryani yakıştırılan bir isimdir. Bu ismi ilk defa Mısırlılar ardından Yunanlılar, Suriye halkı için kullandılar.
Eski devlet bakanı Fehmi Adak tarafından Mardin’de;Suphi usta ÇATOM da ücretle çalıştığını bilinmektedir. Halbuki çocukları bu işi icra etmemektedir, söylentilere bakacak olursak yapılan şikayet üzerine sosyal güvenlik sigortalarını da iptal edilmiştir. Burada Devletin amacı telkari sanatı yaşatmak ve devlet, usta çırak ilişkisinde bu sanatı gelecek kuşaklara aktarmaktır.Hükümet bu işe iyi para harcamaktadır. Amaç Sümer uygarlığına ait olan bu sanatı yaşatmaktır. Ve bu gümüş, altın telkari markası da Sümerlere aittir.

     Oysa  Mardin’e gelen televizyon kanalları kendi mensup olduğu Yakubi propagandası yapmaktadır. Şöyle der “usta Süryani çıraklar Müslüman” olduklarını her t.v çekiminde bu sözleri söyler, resmen gerçekleri yansıtmamaktadır. Bu sanatı Ustaları Ermeni kişiler tarafından öğrettikleri söz etmemektedir, verdiği emeğe  yazık, çok yazık, insan Ermeni Tomas ustasından bahsetmez mi? Ve bu hareketle bir vefasızlık örneğidir.

   Herkes tarafından bilinmektedir ki, Mardin merkez halkı Arap halkından oluştuğu, yoğun olarak da daha önceleri gayri Müslim nüfus merkezde Ermeniler olduğu, tehcirden daha sonra köylerden Mardin Merkeze gelen; Süryani Yakubilerdir. İslamiyet’ten önce Suriye’de birçok Arap kabilesi Yakubi Süryani kilisesine mensup oldukları, birçok Arap Süryanileşti. Mardin merkez farklı dinde olan kesimin ana dili Arapça’dır. Hiçbir Turyo dilini bilmemektedirler.

      Masius dağında cebel Tur da turyo veya bozulmuş Asur’ca konuştukları bilinmektedir. Mardin merkezden oldukları iddia etmekteler onlarla ilgili Mardin Merkezde müzelerde hangi tarihi eserleri var? Veya  Avrupa müzelerinde hangi eserleri mevcuttur? Dünyada ilk arkeolojik kazıyı yapan Avrupalılardır..  Yakubi Süryanilerle ilgili bir eseleri var mı? Acı kahve ve Mardin Arabesk kanepesi nasıl Süryani oldu? Resmen bir tiyatro, sahnelerde ise havariler ve onları izleyen  halk. Dolaysıyla kendilerini hiçbir ışığı görünmeyen bir tünele (Abbaraya) koydular. Üstelik inat edip böbürleniyor ve kendi icat ettiği, sonra da inandığı bu hurafeden başka da hiçbir şeyi kabul etmiyor ve onun yerine geçecek hiçbir alternatifi de istemiyor.
      Bu tiyatrodaki görünüm; bir oyuncak zırıltısı var ellerinde, Mardin kültür sözcüğü ezbere öğrenmişler, bende bu ezberi bozmam boynum borcudur. İşlerine geldiği gibi zurnayı çalmaktalar. Ama bir gün   zurnaları zırt diyecektir. Ak’la kara ortaya çıkacak külah düşecek kel görünecek  saygı ve sevgilerimle…
                                                                                                                                                                                                            
        

                            İsmail Efendinin cumbalı evi.




“UYUZ” ARAPÇA’DA (CIDERİ = HAK’KÊ/KAŞINTI= “CARAP”




Uyuz (hak’kê) acı veren bir hastalıktır. Ve insanoğlu laf-yapma uyuzuna yakalandı mı! Maazallah bu hastalığın salt görünmesi bile dayanılmaz acıya neden olur. Serüvenci ve makro milliyetçi düşüncesine sahip olan bazı kişiler; mensupları için yalın, açık, kavranabilir, aşikâr ve herkesçe su-götürmez olan gerçekler uyuzun yukarda belirtilen türüne yakalanmış olanlarca Mardin kültürünü, uygarlığını çarpıtılmaktadır.

 

   Genellikle bu çarpıtma “sırf” iyi bilinen Mardin kültür yapısını teorik doğruların özümsenememesi yada bunların yersiz olarak çocuk acemiliğiyle, okul-çocuğu ezberciliğiyle yinelenip durması sayesinde ( insanlar ve Mardin “ neyin ne olduğunu” bilmiyorlar,)

 

   Kendilerini, en iyi, en uygar en soylu ve en yüce dürtülerden kaynaklandıklarını bilmekteler. Fakat bu halde de uyuz zararlı olmaktan çıkmaz. Laf- yapma suretiyle; laf- cambazları kumpanyasına ( şirketine ) katılmalı ya da kendinizi buhar banyosuna koyarak bu uyuzdan kendinizi kurtulmalısınız. Bu sözcük Arapça’da hakkê İngilizce’de “itch” hem uyuz hastalığı anlamına, hem de gidişmek, şiddetli arzu, bir şeye fena düşkünlük-heves gibi mecazi anlama da geliyor, bunu Türkçe’ye aynen uyarlamanın olanağı yoktur.

Marx ne güzel demiş: “Öz ile görünüş aynı olsaydı bilime gerek kalmazdı” diye…

 

   Mardin’i tarih sahnesine çıkaran asıl gelişmeler ise Arap İslam Yayılmasından sonraki dönemlere tekabül etmektedir. Özellikle VII. ve X. Yüzyıldan itibaren el-Cezire siyasetinde aktif olarak yer edinmeye başlayan Mardin XII. asrın tamamında ise Yukarı Dicle havzasının en önde gelen siyasi sosyal ve ekonomik merkezi haline gelecektir. Buraya geçmeden önce sürecin anlaşılabilmesi için şehrin İslam hâkimiyetine girişiyle başlayan tarihini özetlememiz yerinde olacaktır. Ancak hemen öncesinde ise Mardin’in de içersinde yer aldığı el-Cezire’nin X. Yüzyılın başından itibaren farklılaşan tarihi topografyasını belirlememiz gerekmektedir.

 

   Bilindiği gibi Fırat ve Dicle nehirlerinin suladığı topraklara batılı kaynaklar “iki nehir arası” beyn el nehreyn anlamına gelen Mezopotamya adını verir iken Araplar da aynı toprakları ikiye ayırtarak;  güneyine yani Aşağı Mezopotamya’ya Irak, kuzeyine yani Yukarı Mezopotamya’ya da “ada” anlamına gelen el-Cezire adını vermişlerdir.

 

     Fırat ve Dicle nehirlerinin yukarı havzalarını kapsayan el-Cezire, İslam fetihleriyle birlikte buralara yerleşen Arap aşiretlerine nispetle önce; Diyar-ı Rebia ve Diyar-ı Mudur adında iki idari bölgeye, ardından bilhassa, X. Yüzyıldan itibaren Rebia’dan sayılan Bekrî oymakların Yukarı Dicle havzasında yoğunlaşmasıyla da Diyar-ı Bekr adında bir üçüncü bölgeye ayrılmıştır. İşte konumuz olan Mardin de X. Yüzyıldan itibaren Arap coğrafyacılar tarafından Amid(Diyarbakır.) Meyyafarikin (Silvan), Hısn Keyfâ (Hasankeyf), Erzen ve Siirt ile birlikte bu yeni bölgenin, yani Diyar-ı Bekr’in içersinde mütalaa edilecektir.

 

   İslam kaynakları içersinde Mardin adı ilk kez, Ebu Yusuf’un Kitabu’l Harac’ında geçmektedir. Müellif, İslam fethi öncesi el-Cezire topraklarının Bizans ve Sasaniler’e ait kısımlarını zikrederken; Mardin ile dağlık kesiminin (Dara ve Tur Abidin’le birlikte)

Bizanslıların, Mardin’in hemen güneyinden başlayarak Sincar’a kadar uzanan ovanın ise İranlıların elinde olduğunu kaydeder. Daha sonra Belâzuri’nin İslam fethiyle ilgili kayıtlarında adı geçen Mardin, Tur-Abidin ve Dara ile beraber 640 senesinde İyâz bin Ğanem kumandasındaki İslam ordusu tarafından fethedilmiştir.

 

 

 

 

                                                                                                    Sadettin NOYAN

                                                                                                      Mardin Tarihi Evleri

                                                                                       Koruma Derneği Y. Kurulu Başkanı

 

MARDİN GÜVERCİNLERİ

                            

Son yıllarda bazı güvercinleri başka güvercinlerle çiftleştirilmiştir. Nesli bozulmadan önceki halleri ve gerçek Mardin güvercinleri. Abdülgani Efendi “…Şehir içinde merak sahipleri güvercinin çeşitlerini beslerler. Sayıları isimleri yüzü geçer. Bunun bir kısmı taklacıdırlar Uçuruldukları zaman havada hayretle seyredilen hareketlerde bulunurlar” demektedir. Baş alan kuş makbuldür. Halk arasında “Halis” denir. Bu kuşlar gayet süslü olup yabani güvercinler gibi düz uçarlar ve takla bilmezler. İkinci grup kuşa ise  “yapışan” denir ki bu cinsin “Baş alan” kısmı meşhurdur.


                                                                           Sadettin Noyan

                                                         Martev Yönetim Kurulu Başkanı

Mardin’de farklı dinde olan insanların tapınakları, Mabetler resimde görüldüğü gibi yan yanıdır.                                            

                                             Lüzumlu İkaz; Kermo’ya:

     Bu neşriyatınızın yüksek derecede gayri ciddiyet içermektedir. Çünkü başka Amca Beyden satın aldığınız yazıyı amcanıza, yani bana sattınız. Kişi kendine güvenmeli ve yazmalı, yazdığı şeyi de neyin ne olduğunu anlamalıdır. Bu sebeple daha önce yazdığınız o yazıyı gayri ciddi görülmekte ve zekası gelişmemiş kişilerin yazdığı dört-beş kitabı okumakla kişi bilinçlenemez. İşte bundan dolayı bu  türde yazı kabul görülmemektedir. Kişi kendi kendine güvenmeli ve yazmak istediği şeyi yazmalıdır.
KENDİNE GÜVEN EVLAT BAŞKASINA GÜVENME
    Bu tür mahluk.. yorum yapanlar için hem çok tehlikeli ve sakıncalı hem de fena derecede yasaktır. Bu tür yazı ellerine aldılarsa hemen bıraksınlar! Aksi takdirde oluşabilecek yüksek dozda her türden alınganlıktan fanatizmin sorumlusu tutulurlar!

 “af edersiniz insan”
İnsan gibi tabiata zarar veren bir mahluk hiç görüldü mü?  Sanmıyorum. İnsanlar çevreye hem zarar verir, hem de toplum içinde oturduklarında şöyle der; “yahu her şeyden önce insanız der. Halbuki hiçbir hayvan o hayvana dokunmadan insanlara zarar vermez, hayvana tepki gösterildiğinde hayvanın tepkisi de meşru savunması sayılır.
 İnsanın, insana ya da hayvana yaptığı kötülükler ve doğaya, hayvan alemi yapmamaktadır. Zira “başar” yaptığı kötülüğü, büyüktür. Hayvanların başka bir hayvana, insana ya da tabiata kötülük yaptığını kim iddia edebilir? İnsan ki, doymak bilmediği için değil mi!   
 SADETTİN NOYAN ARŞİVİNDEN


     Toplum sık sık şunu söyler; insanlıktan nasibini almamış bir kişi der. Ve hep suçu hayvanlar alemine yüklüyoruz. Hayvanlar içgüdüleriyle davranır. Mahluk olan insan ise zekasıyla, Filozoflar; insan düşünen hayvandır der. O yüzden bir konu hakkında yazı yazmak istendiğinde iyi düşünmeliyiz…. İnsan sıkışınca “tabiatın kanunu” deyip de, yeme barınma ve üretim gibi çeşitli bahanelerle “tabiatın kanunu” bırakın ortada tabiat bile bırakmamaya yatkın bir mahluktur. İşte bunları bozan gezegenimizi cehenneme çeviren adamlar; ‘Beni-Ademin’ çocukları olduğunu görülmüştür.

     Locke’un yerli Amerikalıları beyaz adamlar tarafından  sürekli aşağılaması, ırkçı beyaz adamları  politikasında çok önemli bir yere sahipti, çünkü yerli halkın oturduğu toprak, İngiliz ve öteki Avrupalılara boş bir alan sağlamak için gerekiyordu. Gözle görülür eşitsizlikler taşıyan Toplumsal Sözleşmeye katılıp katılmamakta insanların özgür olduğu iddiası için böyle bir kolonileştirme imkanı zorunluydu. Demektedir. Locke, aynı ulustan insanların köleleştirilmesini meşru göstermek istemiştir. Hıristiyan Avrupalıların kafir Afrikalılara ve Amerika yerlilere karşı saldırıları “haklı savaş” olarak niteleniyordu. Genel şema, Afrikalıların Avrupalılar tarafından köleleştirilmelerine izin veriyordu. İşte soruyorum insanlık bumudur?

Rahmetli anneannem hayatta iken, torunuyla benimle felsefe yapardı ve bazı insanların, insanlıktan nasibini almamış kişilerle ilgili insanları belirleyen üç ayrı karakteristik sınıfa ayırtırdı. 1. cins, insan cinsidir, iyi düşünebilen ve topluma faydası olan kişiler için uygar insan derdi. 2. cins Köpek cinsi sürekli gelişi güzel havlayan ve kuduz olanlar için bunlar insanlara zararlı olan derdi. 3. cins de eşekleri iki bölüme ayırtırdı, sahibini dinleyen eşek ve sahibini dinlemeyen inatçı eşek derdi. Bazı insan kılığında olanlar zeka açısından eşiğin gerisinde de olabilirler derdi. Ben anneanneme itiraz ederdim, zamanla iş hayatında cins insanla karşılaştım…

     Kitabı Mukaddes’teki  Tanrı, insanı kendi suretinde yarattı” inancıyla değil, Descartes’in düşünmeyen hayvanlar ile düşünen insanlar arasında kategorik bir fark olduğunda ısrar eden anlayışıyla da çarpıcı bir farklılık arz ediyordu.

 Gez, gör gözlemle, kaydet, bir çelik aynadır gözlerimiz, unutma…!

Kara elmasın Kurbanları Anısına

Kara elmasın Kurbanları  Anısına 

     Madencilik riskli bir meslektir. Dünyada da birçok yerde kaza olmaktadır; Ama en çok da ülkemizde bu kazalar oluşmaktadır.
     Şimdi de, ülkemizin Soma coğrafyasında madencilik alanında vuku bulan bu facia  olayın iç yüzüne değinmek isterim, Bir avuç kömür için canlarını feda edenler: Soma faciasıyla ilgili  gazeteciler Başbakana patlama hakkında soru sorduklarında, Başbakan, kamuoyuna tatmin edici bilgiler vermedi. Bir yurttaş olarak Başbakana da şunu  sormak isterim. Acaba Soma’da gereken tedbirler işveren tarafından alındı mı?
Yazılı ve sözlü medya Başbakanla yaptığı söyleşi de. Şöyle yanıtladı.
   “  Milletimiz sağ olsun. Bu tür olaylar fıtratında var.” Dedi. Gerçekten insan kendi kendine sormak ister.  Kader mi yoksa  ocağı çalıştıran şirketin ihmal mı? Bu tür kazalar kader değildir. Tam teşekküllü bir iş cinayetidir.

Başbakan, aynı zamanda bu konuyla ilgili Dünyadan örnekler vermektedir. Kamuoyuna Şöyle demektedir; aynı işkolunda çalışan İngiltere ve Fransa … madenlerinde olan kazalardan bahsetmektedir. Başbakan yaklaşık 90-100 yıl önce Avrupa, İngiltere ve Fransa’da olan kazalarda. Yani geçmiş tarihlerde madenciler İngiltere, Fransa ve Almanya’da maden ocaklarında, geri teknoloji ile maden kömürü üretimi yapmaktaydılar, bu yüzden o zaman bu kazalara maruz kalırlardı.
Ama bu son yıllarda bu tür kazalar az sayıda oluşmaktadır, Avrupa’da bu iş kolunda neden kimse ölmüyor! Söylentilere bakacak olursak, Ülkemizde maden ocakları işletmeleri ileri teknolojiyle işletilmiyor. Aynı zamanda çalışanları da sık sık eğitilmemekteler. En başta tedbir.. ve teknoloji  gibi istihdam edilen işçiler düzenli olarak çalıştırılmamaktadırlar. Tabii ki Avrupa’da hiç  kaza olamayacağı diye bir şey yoktur. Ama her şeyi de kadere bırakmayalım. Sözün özü özelleştiren yasa çöpe atılmalıdır.

     Akademisyenlerin bir kısmı kader hakkında şöyle yazmaktalar:
Kader problemi, insanın insan olmasından kaynaklanan bir mesele olup, insanlığın sorunudur. Gelmiş geçmiş, dinli,dinsiz bir çok düşünür bu konu ile ilgilendiği gibi, dinler de bu hususta farklı görüşler bildirmişlerdir. Ancak, günümüze değin, insan aklının kabul edebileceği bir çözüme ulaşılamamıştır. Bunun sebeplerinden biri, sorunun karmaşıklığı olsa gerektir. Fakat meselenin çözülememiş olması, çözülemeyecek anlamına da gelmez. Kaldı ki, bizim görevimiz gerçeği araştırmaktır. Gerçeği keşfetmeyi başaramazsak dahi, zorluğun maiyetini tespit etmiş oluruz ki, bu da önemli bir aşama sayılabilir. Konunun ortaya konmasında geçmiş ile hesaplaşmaktan çekinmemek gerekir. Çünkü, geçmiş ile hesaplaşamayan düşünce, geçmişin tekrarı olur ki, bu da düşünce değildir. 
   
 Biz, kaderi, ‘Allah’ın sırlarından bir sır’[1] olarak görmediğimiz gibi; H.z. Peygamberin de bu konudaki tartışmaları ve kendisine soru sorulmasını yasakladığına dair rivayetleri[2]  şüphe ile karşılıyoruz. Probleme makul bir izah tarzının bulunabilmesi için, hareket noktasının doğru belirlenmiş olması lazımdır. Kader insanın meselesi olduğuna göre, insandan hareket etmek durumundayız. Bu dünyada insan eli kolu bağlı mahkum bir varlık mıdır? Yoksa çeşitli seçenekleri olan hür bir varlık mıdır? Her şeyi yapıp-eden Tanrı ise, insan neyi yapıp etmektedir? Eğer insan, rotası çizilmiş bir varlıksa onda iradenin olmasına aklın bulunmasına gerek var mıdır?...

     İslam öncesi Arap toplumunda da kader hususunda değişik görüşler vardı. Ezeli tespit ve tayini benimseyenler olduğu gibi, buna karşı çıkarak insanın hür olduğunu kabul edenler de  bulunmaktaydı.[3]..
     Sahabe Dönemi’nde de kader konusunda zaman zaman tartışmaların yapıldığı bildirilmektedir. Bu devirde yapılan tartışmalardan birkaç örnek vererek konuyu biraz daha açmak faydalı olacaktır. Şam tarafını ziyarete giden Halife Ömer, Şam’da veba salgını olduğunu haber alınca şehre girmekten vazgeçerek, buradan uzaklaşılması gerektiğini bildir. Bunun üzerine Şam tarafında bulunan ordunun komutanı Ebu Ubeyde, kaderi gerekçe göstererek, H.z. Ömer’in uzaklaşma önerisini eleştirir.[4] Hatta H.z. Ömer’e “Allah’ın kaderinden mi kaçıyorsun? Diye sorar. Onun bu itirazına Halife: . “Evet Allah’ın kaderinden Allah’ın kaderine kaçıyorum.”[5]
Soma’da yaşanan elim kazada. Bu kazanın nasıl olduğu kimse bilmiyor. Yakın tarihte bu gibi kazalar ülkemizde sık sık  rastlanmaktadır. Bu bir kader mi? Ülke düzeyinde acımız büyüktür. Büyük üzüntü duyuyorum. Halklara Başsağlığı dilerim. Yiğit Soma Maden işçilerine cansız bedenleri için saygıyla selamlarım.  Bu elim olayda gözyaşları mı tutamadım.
 Aynı şekilde Sınırda öldürülen Kürt arkadaşlara da aynı acıyı paylaşmıştım, göz yaşlarımı tutamadım. Tüyüm diken diken oldu. Kader mi yoksa ihmal mı? Tedbiri alınmadıysa bu kader değil! Bence, faciadır. Bu bir sistem hatasıdır veya taşaron faciasıdır. Demek ki bu maden ocağı emniyetli değildi.  Neden Almanya’da benzer işkolunda ölmüyorlar? Madenden çıkarılan insanlarımız, kardeşlerimiz aylık 1.300 YTL. Çalışmaktadır bu insanca bir yaşam değildir. Ölen işçiler, Dünya tarihinde önemli işçi faciası olarak geçecektir.
“Bir kez daha hatırlatmak gerekir ki, eğer burada bir ihmal varsa, bu elim olaya da sebep olan kişiler hakkında, bunun cezası olmalıdır


[1] Taftazanî Kelâm İlminin Belli Başlı Meseleleri, 157. Akkad, Kuran-ı Kerim Felsefesi, 150-203. Abdülhamit, İslam’da İtikadî Mezhepler, 269. Ankara ÜN. İlahiyat Fakültesi Dergisi, c.33. Ankara 1992,s.129156.
[2] Tirmizi,4/443.İbn Hanbel, Müsnned,2/178
[3] İbn Abdi Rabbihi,Ikdu’l-Ferid,2/378. Krş: Watt, İslam Düşüncesinin T. Devri, 108.
[4] İbnu’l-Kesir, el-Bidaye, 7/78
[5] İbn Sa’d, Tabakat,3/283.İbnu’l-Esir, el-Kamil.2/392.
*Prof. Dr. Ahmet Akbulut.

MARDİN’DE KÜLTÜREL MİRAS VE ÇEVRE ÜZERİNE KENT BİLGİSİ

  MARDİN’DE KÜLTÜREL MİRAS VE ÇEVRE ÜZERİNE KENT BİLGİSİ
  
   Evet her şeyin Mardin’de yaratıcıları Yakubi Süryaniler olduğunu iddia edenler bu şaşaalı sözlerle gösteriş yapmaktalar, çok enfes bir peri masalıdır. Bu güzel peri masalı çocukların enfes peri masallarından hoşlandıklarını herkes tarafından bilinmektedir.

   Soruyorum, ciddi bir bilim adamı ( insan bilimleri için kaynak araştırmaları yapan, uğraşan kişiler ) peri masallarına inanması uygun mudur ? Hayır. Her peri masalında bir gerçekçiliğe yakın unsuru vardır. Çocuklara kalkıp da horozla kedinin insan dilinde konuşmadıkları bir peri masalı anlatsanız, ilgilenmezler. Çünkü söylemlerden bir şey anlaşılmamakta. Aynı şekilde Mardin uygarlığının yaratıcıları kendileri  Yakubilerin olduğunu var sayılırsa peri masallarından farkı kalmaz.

Yaratıcılık Hakkında Birkaç Söz
“Yaratmak” sözcüğünün sözlük anlamı, daha önce varolmayan bir şeyi bulmak, oluşturmak ya da aydınlatmaktır. Yaratmak yeni bir ilişki, yeni bir düşünce, yeni bir mimari yada benzersiz bir kavram oluşturmaktır. Yaratıcı olan bir şey yeni, ayrı ya da benzersidir. Yeni demek var olmayan bir şeyi yaratanında o zaman  o eser onun olur.

  Dikren Mükettefyan Malikanesinin üst katında bazı bölümlerinde bulunan Arapça anıtsal niteliğinde kitabeler.Anlamları :

                   Mardin Konutlarındaki kapı üstündeki kitabeler


   ÜST DOĞU SALONUN:

Sağında     : (Maşallah)
Anlamı       : Allah’ın dilediği olur.
Ortasında  : ( Hâze Mın Fadli Rabbi)
Anlamı      : ( Bu Rabbimin fazlındandır.)l
Salonda    : ( El Mülkü Lillahi )
Anlamı      : Mülk Allah’ındır.




         Sanat tarihin ihtişamını gösteren bir tablo. Evrensel  tablo

     



    ÜST BATI SALONU


Sağında    : ( Bereketu el Rabbi hiye tuğni vele uridu meahe taaben)
Anlamı      : Allah bir insana nimet ve ihsan verdiği zaman o insanın feraha kavuşmasını sağlar, onunla birlikte zorluk ve meşakkat vermek istemez.
Solunda    : ( Şükren Lillâhi ale atiyethi elleti yuabiru anhe.)
Anlamı      : Kabil olmayan Rabbimin vermiş olduğu nimete şükürler olsun.


MÜDÜR SALONU  :

( Fî külli tarfin arafu vehvehu yıkkuvumu sübülek 1907 miladi )

Anlamı       :  Allah her şeyi görür ve bilir, doğru yolu gösterir. Bu bina 1907
                    Miladi yılında yapılmıştır.      


   Mardin uygarlığı; Yakubi Süryani uygarlığı olarak sayanlar, özünde Arap kültürü olduğunu ve diğer halklarla kaynaşıp harmanlandığını melez kültür olduğunu ve bunu bilerek kabul etmeyenlere bizler de buna münkirlik, inkarcılık sayarız… İnsan kendini hangi kültüre ait his ederse o kültürü savunması doğaldır.



          Mardin konutlarındaki Duvarlar Matiasyon gibi Arapça konuşuyor.



      Amma başkasının kültürünü kendine mal ederse gayet tabii orada problem olur. Ve insanoğluna da yakışmaz. Bu kişiler; Şaşaalı sözlerle gösteriş yapmak isteyen yollarını yitirmiş klasik milliyetçi, hizipçi veya mikro milliyetçilik entelektüellerinin  karakteristiğidir. İşte tuhaf olan budur. Bir gün zurnaları zırt diyecektir. Akla-kara ortaya çıkacak, külah düşecek kel görünecek misali. Sözlü ve yazılı şeklinde çok ikaz ettim… Saygı ve sevgilerimle…
                                                              Sadettin NOYAN Martevder Yönetim kurulu.Başk.
                                                                                           6. 6. 2014